19 Kasım 2009 Perşembe

Singapur

Singapur 653 Km2 alana sahip, yaklaşık 4 milyon kişinin yaşadığı ada üzerine kurulmuş bir şehir devleti. En yakın komşusu Malezya ile Johor Boğazı ile ayrılmış durumda. Malezya ve Endonezya arasında sıkışan bu ada devleti Uzakdoğunun en refah yaşamını sürmekte. Refahı ve insan eli ile yaratılan yapaylığı ülkeye adımınızı attığınız anda hissetmeye başlıyorsunuz. Singapur Türkiyeden vize istemiyor.

Singapur Fotografları

İlk olarak Singapur Havaalanına Bangkok'a giderken transit yolcu statüsünde uğradık. Havaalanı o kadar itinalı ve para harcanarak yapılmıştı ki, yerler bile kaliteli halı ile kaplanmıştı.Bangkok dönüşü Singapur'a girmek için havaalanına geldiğimizde ise, yalnızca görselliğin değil aktivitelerinde oldukça fazla olduğunu gördüm. Adımınızı atar atmaz harita ve detaylı bilgilerden oluşan stand sizi karşılıyor. Buradan ücret ödemeden Singapur hakkındaki bir çok bilgiyi saklayan kitapçıkları alabiliyorsunuz. Bedava internete girilebilen bilgisayarlar da oldukça ilgimi çekti. Uçağınızı beklerken hiç masrafsız ve zahmetsiz mesajlarınızı okuyup, mesaj atabiliyorsunuz. Çocuklar için oyun alanları, yapay bahçeler, masaj salonları, çeşit çeşit mağazaları ile dünyanın en iyi havaalanı seçilmesini kanıtlar gibiydi Changi Havaalanı.

Havaalanından şehir merkezine giden yol hem ağaçlar arasından gidiyordu hem de inanılmaz bakımlı bir yoldu. Yol üzerinde Singapur vatandaşlarının oturduğu çeşit çeşit siteler ve spor alanları ilgi çekiciydi. Kaldığımız otele gelir gelmez hiç oyalanmadan dışarıya fırladık. Fırladık ama hava Bangkok'tan daha da sıcak ve nemliydi. Nede olsa ekvator çizgisine yalnızca 130 Km. uzaklıktaydık.Otelimiz Rendezvous, Singapurun kalbinin attığı meşhur alışveriş caddesi Orchard Road'un oldukça yakınındaydı.




Orchard Road, üzerinde buz gibi klimalarla soğutulmuş sağlı sollu alışveriş merkezlerinin sıralandığı çok geniş kaldırımları olan bir cadde. Başından sonuna gidip gelmek alışveriş merkezlerine uğramasanız bile 1 saati buluyor. Haziran ve Temmuz ayları büyük Singapur indirimlerinin olduğu aylar. Haziran ayında gittiğimiz için bizde alışveriş çılgınlarının arasında bulduk kendimizi. Mağazalarda markalı ürünler çoğunluktaydı. Ellerinde renk renk alışveriş torbaları bulunan insanlar mağazaları ve caddeleri kaplamıştı.Alışveriş merkezlerinin hepsi insanı alışveriş manyağı yapabilecek cinsten. Aynı cins ürünler olsada yanyana dizilmiş çok katlı alışveriş alanları kafaları allak bullak ediyor. Görüpte beğendiğiniz bir şeyi hemen almazsanız daha sonra nerede gördüğünüzü hatırlamamanız bile olası.


Singapur uzak doğuda yemek konusunda en az problem çekeceğiniz merkezlerden biri. Caddelerde (özellikle alışveriş merkezlerinin içinde) Çin yemeklerinden Avrupa mutfaklarına kadar her çeşit yemeği bulmanız mümkün. Bir çok lokantanın yanyana dizildiği yemek merkezleri de var. Otelimizin yakınında genellikle Çin yemeklerinin bol olduğu bir yemek merkezi vardı, ama dolaşmaktan yalnızca iki kez burada yemek yiyebildik.
Alışveriş merkezleri gece saat 10 gibi kapanıyor. Yalnızca Mustafa Center denen Little India civarındaki bir alışveriş merkezi 24 saat açık. Allahtan bu yere gece gitme hatasında bulunmamışız. Singapurdaki diğer alışveriş merkezlerine göre son derece bakımsız ve içeri girerken üstünüzün arandığı tek alışveriş merkezi. Diğerlerinde ellerinizde koca koca paketler ve torbalarla son derece medeni bir şekilde alışveriş yapabiliyorsunuz. Kimse poşetlerinizi bağlayıp, naylon torbalara sarmıyor...


Singapur şehir merkezi, ayaklarınız patlayana kadar gezebileceğiniz bir yer. Ama ayaklarınızı fazla yormadan rahat ve gideceğiniz yer kadar para ödeyeceğiniz metro sistemi (Mass Rapid Transit-MRT) kesinlikle denemeye değer. Buna alternatif olarak çok planlı otobüs hattı ve fiyatları makul olan taksileri de seçebilirsiniz.

İlk kez geceyarısı binmeye karar verdiğimiz ama anlamakta oldukça zorlandığım metro sistemlerinden biraz bahsetmem lazım...Her metro istasyonunda üzerlerinde hatların haritası olan panolar var. Meğer bu panolar dokunmatikmiş ! Gitmek istediğiniz yere dokunuyorsunuz, panoda ücret yazıyor. Parayı panodaki yere attığınızda kredi kartı boyutlarında bir kart ve paranızın üstü aşağıdaki kutuya düşüyor. Metroya binerken bu kartı optik okutucuya okutup geçiyorsunuz. Metrodan çıkarken mesafeyi kontrol etmek için kartı tekrar okutuyorsunuz. Mesafe ücretini tam ödediğimiz metro istasyonlarında indiğimiz için test edemedim ancak, ödenen para gidilen yere yetmiyorsa çıkıştaki optik okuyucu çıkmaya izin vermiyor heralde. Panolardan aldığınız kartı aynı şekilde makineye geri iade edip depozitonuzu (1 S$) alıyorsunuz.

Singapur Doları 1 milyon liranın biraz altındaydı. Bu yüzden alışveriş yaparken fiyatları hesaplamak oldukça kolay oluyordu. YTL çıkınca hemen hemen iki para eşit olacak. Daha sonra enflasyon yüzünden parite ne olur ileride göreceğiz.Şehirde Chinatown, Little India ve Arab Street denen mahalleler var. Chinatown oldukça küçük, derli toplu bir yer. Klasik Çin ürünlerini ve yiyeceklerini bulacağınız bir çarşısı var. Burada oldukça etkileyici aynı zamanda Singapurdaki en eski Hint tapınağı olan Sri Mariamman da var. Çin mahallesi bu tür değişik kültürlerini yansıtan mahalleler arasında bence gitmeye değecek olanı.Çin mahallesi gibi metro ile rahatlıkla ulaşabileceğiniz Little India bence oldukça vasat bir yer. Biraz gezindikten ve sıcaktan kurtulup birşeyler içtiğimiz Mc.Donald's da oturduktan sonra Hindistan hissiyatını alamadan Sultan Camisi'nin olduğu diğer bir mahalleye, yani Arap mahallesine doğru yürüdük. Sultan Camisinin sol tarafımızda kalan kubbeleri ile sağımızda Singapurun elektronik merkezlerinden Sim Lim Square arasına geldiğimizde , Arap mahallesinin de Hint mahallesi gibi hayal kırıklığı yaratacağını düşünerek elektronik merkezinde karar kıldık. En azından daha serin olacağı kesindi...
Hızlı bir turdan sonra Bencoolen caddesini izleyerek otelimize vardık.




Singapurda sıcağa dayanıp, elinize şehir haritası ile sokak sokak yürürseniz daha bir çok değişik yerle karşılaşıyorsunuz. Yanyana yapılmış Çin ve Hint tapınakları, insanların ellerini sürdükleri çeşitli boyutlarda buda heykelleri, müzeler, parklar ve daha bir çoğu...Singapur Nehiri kenarında renkli evlerle içiçe geçmiş modern gökdelenleri izlediğimiz yerde Singapurun modern kurucusu sayılan Sir Stamford Raffles'ın beyaz bir heykeli var. Fotograflarda son derece fazlaymış ve yüksekmiş gibi görünen gökdelenler diğer gökdelen cenneti Hong Kong adası yanında son derece zayıf kalıyor.Sydney'deki tiyatro binası gibi Singapurda da bir simge yaratma isteği sonucunda inşa edilen Esplanade tiyatro binası oldukça ilgi çekici. Kimi meyvaların kralı Duriana benzediğini düşünüyor, kimi ise sineğin gözlerine...Yapay cennet Singapurdaki orkideler ise hiçbir yerde olmayacak kadar gerçek. Botanik Bahçesindeki Orkide bahçesinde çeşit çeşit orkideleri yemyeşil ağaçlar arasında görebiliyorsunuz. Ortam doğal sera olduğu için Türkiyede çok pahalı olan çiçekler burada doğal koşullarda yetişiyor. Bazı çiçeklere dünyadaki önemli bayanların adını vermişler. Özellikle makro çekim fotograf çekmeyi sevenler burada günler harcayabilirler. Çeşit çeşit çiçekler arasında ömür boyu çekmedikleri fotografları bu bahçede çekebilirler.




Bazı yerler vardır gitmezseniz pişman olursunuz, buraya kadar geldik görmeden döndük dersiniz. Sentosa Adası o kadar ön plana çıkarılmış bir turistik mekan ki bizde gitmeden önce o düşüncedeydik. Yani mutlaka gidilmesi gereken bir yerdi bizim için. Yaklaşık yarım gün harcadığımız Sentosa Adası eğer vaktiniz sınırlıysa gidilmese de çok şey kaybetmeyeceğiniz bir yer.Sentosa'ya oldukça yüksekten giden 6 kişilik teleferik ile geçtik. Adanın içinde yerden bir kaç metre yükseğe yapılmış Monorail sistemi ile istediğiniz yere ulaşabiliyorsunuz. İlk olarak Singapur'un tarihini anlatan mumyalar müzesine gittik. 200 yıllık bir tarihi bile olmayan bu küçücük ülkenin tıka basa insanla dolu müzesi medeniyetlerin beşiği Anadolu'yu neden bu kadar popüler yapamadığımızı bir kez daha düşündürttü bana. Müze denen yer, tarihin yapay mumyalarla anlatıldığı bir yerden ibaret.Underwater World adanın bir diğer popüler mekanı. Dev gibi balıkların olduğu akvaryumun içinde yürüyen sistem ile gezebiliyorsunuz. Ayrı ayrı daha küçük akvaryumlarda da çok çeşitli deniz hayvanlarını da görebiliyorsunuz. Çevrede omuzunuza koyup fotograf çektirebileceğiniz bir piton yılanı da var. Hatta bir ara yılanın sahibi para sayarken yılan yanımıza doğru gelmeye başladı. Neyseki adam kuyruğuna basıp yılanı durdurup, oyuncak gibi oynuyordu. Başka bir ortamda bu yılanı görsem son sürat kaçardım, ama insanoğlu ortama hemen adapte olabiliyor.Yapay sahiller, zorlama dikilmiş palmiye ağaçları arasında yaptığımız yürüyüşler, gece dünyanın en iyisi olduğunu iddia ettikleri ışık ve ses gösterisini beklemek içindi. Gösteri yaklaştıkça 3000-4000 kişi alan sahne dolmaya başladı. Hava karardığında gösteri başladı. Bu gösteri her gece yapılıyor ve Sentosa Adasına gelen turistlerin çoğu bu gösteriyi izliyor. Islanma tehlikesine karşı boşaltılan ilk sıralar hariç her yer tıklım tıklım dolmuştu. Gösteriyi kendisini bu tür gösterileri sunanlar arasında en ünlü zanneden yarı soytarı biri sundu. Işık oyunları ile konuşturulan adanın simgesi Kikide eşlik etti. Sahneden görülen aslan başı ve balık vücudundan oluşan dev Merlion heykeli gözlerinden saçtığı ışıklar ile gösteriyi daha da etkili yapıyordu. Ben hep su, ses ve ışık ile sürecek zannettiğim gösteride en büyük şaşkınlığı sahneden çıkan ateş toplarında yaşadım. Ateşin gücü o kadar fazlaydı ki zaten sıcak olan ortamı bir kaç derece daha ısınmıştı...Bu kadar yapay ve esasında çok fazla özelliği olmayan bu adanın bu kadar populer ve turist çekici olması beni kıskandırdı. En önemli şeyin pazarlama yeteneği olduğunu öğretti bir kez daha...




Singapur herkesin farklı yorumlayabileceği bir yer. Temizliği, düzenliliği, medeni insanları ile bir an benim bile yaşamayı düşündüğüm yerlerden biri oldu... Ama hiç serinlemeyen sıcak ve nemli havası, yapay ortamları, yalnızca göz boyamak için kurulmuş medeniyet taklidi bölgeleri ile beyin olarak uzaklaştığım bir yer. Gitmeye fırsatımız olmadı ama ortalama 30 derece sıcaklık olan Singapur'da yapay kar pistleri, kar topu oynayabileceğiniz alanlar bile vardı.Tura çıkarken Singapur iyi, Tayland kötü diye yorum yapanlara tur sonrası katılmıyordum. Bence bir ülkenin tarihi, kültürü ve doğal güzellikleri turistlerin gelmesi için en önemli nedenler olmalı...Ama ultra alışveriş merkezleri, yapay ortamlar, temiz caddeler, sert kurallar sizin için önemliyse Singapur mutlaka gidilip görülmesi gereken bir yer...(2004)

Tayland

Tayland, hem Büyük Okyanusa hem de Hint Okyanusuna kıyısı olan, kuzey ve batıda Burma (Myanmar), kuzey ve doğuda Laos, güney ve doğuda Kamboçya, güneyde de Malezya ile komşu bir güney doğu Asya ülkesi. Ülkenin haritadaki şekli fil başını andırıyor ve Taylandlılar bundan son derece gurur duyuyorlar. Tarihlerinde şu ana kadar hiç sömürge olmamışlar, zaten Thailand "Özgürlük Ülkesi" anlamına geliyor.

Tayland Fotografları

Nüfus ve Toplum
62 milyonun üzerindeki nüfusu ve 517.000 Km2 lik toprağı ile Tayland orta büyüklükte bir ülke. 76 vilayetten oluşuyor. Nüfusun %80'i Thailerden, %10'u Çinlilerden, %4'ü Malezyalılardan ve geri kalan %6'sı da Khmer, Laos, Vietnamlılardan ve diğerlerinden oluşuyor. Ülkenin %95'i Budist.

İklim
Sıcaklık derecelerinde çok büyük farklılıklar olmasa da ülkede 3 iklim yaşanıyor. Yağmurlu sezon (sıcak ve ıslak) Haziran ayında başlıyor Ekime kadar sürüyor. Kuru sezon (sıcak ve kuru) Kasım ile Şubat arasında. Mart ayından Mayısa kadar tam bir sıcak iklim hakim (sıcak ve nemli). Aşırı soğutan klimalı ortamları ve kuzey bölgelerdeki yüksek rakımlı yerleşim yerlerinin dışında kısa kollu giysiler ile her mevsimi geçirebilirsiniz. Ama yağmurlu sezonda sırılsıklam olmamak için şemsiye veya yağmurluk bulundurmak şart. En kötü ihtimalle yağmur başladığında hemen ortaya çıkan şemsiyecilerden alınacak şemsiye problemi çözebilir.


Ne Zaman Gidilir ?
Ülkeyi ziyaret etmek için en iyi aylar havanın nispeten daha az sıcak olduğu ve yağmurun yağmadığı Kasım - Şubat arası. Bangkok'u ziyaret etmek için en kötü zaman, dayanılmaz sıcakların olduğu Nisan ve Ekim ayları.

Vize
Tayland Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Ülkeye girerken 30 günlük serbest dolaşım hakkı alıyorsunuz. Ülkeden ayrılırken 500 Baht (12.5 $) havaalanı vergisi ödemek gerekiyor.

BANGKOK

Bangkok, sıcağı, kokusu, kargaşası, kalabalığı ve trafiği ile kendisini ziyarete gelenleri tedirgin eder bir şekilde karşılıyor. Kısa süren alışma süresi atlatıldığında ise ayrılırken insanın içinde çok büyük bir burukluk bırakan, çeşitliliği ile kendine hayran bırakan bir metropol...

Yolculuğumuza Singapur'dan aktarma yapan Singapur Havayolları ile çıktığımız için İstanbuldan 17 saat sonra Bangkok'a varabildik. Tarifeli uçak 4 saatlik uçuştan sonra bir saat Dubai'de duruyor ve toplam 13 saat sonra Singapur'a varıyor. Singapur'dan Bangkok'a uçuş ise 2.5 saat. Biz Asya Tur ile bu seyahati gerçekleştirdiğimiz için turun belirlediği havayolu şirketi ile uçtuk. THY ile direk Bangkok alternatifi de var. Bu şekilde yaklaşık 9 saatlik bir yolculuk ile Bangkok'a daha kolay varabilirsiniz.


Bangkok Havaalanına indiğimizde çalışan klimalar dışarıdaki hava hakkında bize fikir vermemişti. Ama kapıdan çıktığımız anda ilk tepkimiz "bu nasıl hava ?" oldu. Korkunç bir nem bizi karşılamıştı. Bangkok, dünya metropolleri arasında yıllık sıcaklık ortalaması en yüksek olanı. Haziran ayında gittiğimiz için hava ilk anda çok sıcak ve nemli gelse de dışarıda gezilemeyecek kadar bunaltıcı değildi. Yağış mevsimi başladığından gökyüzü bulutlar ile kaplıydı ve bu bulutlar güneşin direk olarak rahatsız etmesini engelliyordu. Ülkeden ayrılana kadar sıcaklık fazla değişmedi ama yağmur zaman zaman çok etkili oldu. Geceleri sıcak ve nemli hava gündüz kadar olmasa da hep devam etti.


Uykusuz bir şekilde havaalanından bindiğimiz buz gibi otobüs bizi şehir merkezine doğru götürmeye başladı. Trafik İngilteredeki gibi bize ters, soldan akıyor. Yap, işlet, devret tarzı ile yabancı firmalara yaptırılan otobanda Bangkok'un meşhur trafik problemini yaşamadık. Şehirde ilk gözüme çarpanlar orantısız bina boyutları ve otoban kenarındaki pis su kanalları oldu. Yüksek binalar şehirin değişik yerlerinde mantar gibi bitmişlerdi. Gecekondu diyebileceğimiz bir çok ev bu yüksek binalar ile iç içe geçmiş şekilde tezat oluşturuyordu.

Gerçek trafik sıkışıklığı otobandan şehir içine girdiğimizde başladı. İlk durağımız Çin mahallesindeki Wat Traimit'ti. Bu tapınağın en büyük özelliği, saf altından yapılmış 3 metrelik ve 5.5 tonluk dünyanın en büyük altın buda heykelini barındırmasıydı. 13. yüzyılda Sukhothai çağından kalan bu çok önemli buda heykelinin bulunduğu tapınak binası ve çevresi daha sonra gideceklerimize göre son derece vasattı. Tapınak çevresinde değişik boyutlarda buda heykelleri ve ölülerini yaktıkları bir bina vardı. Yerli halk bu buda heykellerine küçük altın yapraklar yapıştırıp dua ediyorlardı. Bazı buda heykelleri o kadar detaylı yapılmıştı ki canlı gibiydiler, çevrede tütsü kokuları hiç eksik olmuyordu.
Wat, tapınak demek ve ülkenin her yerinde irili ufaklı budist tapınakları ile karşılaşıyorsunuz. Tayland'a kültürel gezi amacı ile gideceklere tavsiyem en azından budizm hakkında temel bir kitap okumaları. Bu bilgiler gezilen tapınakları daha hızlı ve zevkli bir şekilde anlamaya yardımcı olacaktır. Tapınaklarda buda heykelinin olduğu kapalı kısımlara ayakkabı ile girilemiyor, ayakların budaya doğru uzatılması ayıp kabul ediliyor.


Uğradığımız ikinci tapınak Wat Pho Bangkok'un en eski ve en büyüklerdendi. Burada Reclining Buddha denilen uzanmış halde dev bir buda heykeli vardı. Altın ile kaplanmış 46 metre uzunluğunda, 15 metre yüksekliğindeki budanın çevresini dönmek bile bayağı zaman alıyor. Tapınağın olduğu komplekste çeşitli eğitim kurumları var. Ruhani , dini ve tıbbi eğitimin bir arada harmonize edildiği ideal bir tapınak burası. Ülkenin en eski üniversitesi kabul ediliyor. Uykuyu alamamış bir şekilde bu tapınağın çevresinde dua eden budistlerin psikolojik durumlarını anlamaya çalışmak ile acaba ayakkabılar dışarıda çalınır mı düşüncesi karışınca insanda sağlıklı bir ruh hali kalmıyor.Ama Tayland'ı tanıdıkça, her bina önüne yapılmış küçük ibadet yerlerine konan küçük biblolara ve bırakılan yemeklere dokunulmaması, fakirde olsalar bu ülke insanlarının tapınağa girenlerin ayakkabılarını çalmayacakları izlenimi bıraktı bende. Suçlara verilen ağır cezaları da unutmamak gerekli.


Uzun yolculuğun arkasından gelen şehir turu, tapınak gezileri ve bunaltıcı hava bir an önce otele gitme isteğini doruğa çıkarmıştı. Otele giderken geçtiğimiz bulvarlar kral ve kraliçe resimleri ile süslenmişti. Taylandlılar krallarını (Rama IX. King Bhumibol) ve kraliçelerini çok seviyorlar. Bu sevgi o kadar fazla ki , yeni açacakları Bangkok metrosunu kraliçenin yaşgününde açmak için bittiği halde bekletiyorlardı. İnsanlar yolda yürürken kral veya kraliçenin heykelini gördüklerinde selamlayarak geçiyorlardı.Kralları iyice yaşlanmış, hatta ondan sonra tahta geçmesi gereken oğlu bile 50'li yaşları devirmiş. Ama halk oğlunun kral kadar başarılı, dürüst olacağını düşünmüyor ve kralın uzun yıllar yaşamasını istiyorlar. Otele giderken kralın şu an oturduğu çiftlik, malikane karışımı ikametgahını da gördük. Kendisi tarım mühendisi olduğu için bir çok hayvan besleyip , çiçek yetiştiriyormuş. Yolun kıyısından bazılarını gördük.
Kral Bangkok trafiğini daha da sıkıştırmamak için buradan dışarıya fazla çıkmıyormuş. Kralın akrabaları da bu trafiğe çıkmama kuralına genellikle uyuyorlarmış.

Sonunda otele akşamüstü varabildik. Ameria Atrium otel. Çok katlı , dört yıldızlı bir otel. Uzakdoğudaki çoğu otel gibi geniş odalı ve büyük lobili. Çevresinde gezilecek fazla bir yer yoktu ama çok yakınındaki Seven-Eleven bizim yiyecek, içecek ihtiyacımızı fazlasıyla karşılıyordu. Şehir gezisinin ve uzun yolculuğun yorgunluğu ile uyumam gerekirken, Bangkok kitaplarını ve detaylı şehir haritasını saatlerce inceledim. Bu kafa patlatma benim ertesi sabah Bangkok'u çok daha bilinçli olarak tanımama yardımcı olmuştu. Hem haritayı inceleyip , hem de 11. kattan şehiri güzel bir şekilde görebilmem çok işe yaramıştı.


Bangkok'ta ikinci günün sabahında uyandığımızda artık yorgunluğumuz azalmış yeni maceralara kalkışacak kadar enerji depolamıştık. Sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra şehiri ikiye bölen Chao Phraya nehrinin kenarındaki "River City" e geldik. Burası çeşitli yöresel ürünlerinde satıldığı bir alışveriş merkezi. Biz alışveriş merkezini yalnızca geçiş alanı olarak kullanıp bizi kanallara götürecek tekneye doğru gittik. Buradan çeşitli kanal turlarına katılabiliyorsunuz. Nehirin rengi siyaha yakın koyulukta. Bu pis suda canlı yaşamaz diye düşünürken suyun üstünde zıplayan yüzlerce balık insanı şaşırtıyordu. Kanal turunda gördüğümüz manzaralar üzerimize şıçradığında bile rahatsız olduğumuz bu suyun daha farklı amaçlar içinde kullanıldığını bize öğretti.

10-15 kişilik salaş bir tekne ile nehire açıldık. Biraz hızlı gidince sıçrayan su damlalarına da zamanla alıştık. Chao Phraya üzerinde insan taşıyan tekneler olduğu gibi bir çok yük taşıyan tren vagonları gibi birbirine bağlanmış parçalardan oluşan teknelerde vardı. Nehir kıyısında 20-30 katlı oldukça pahalı apartmanlar ve restoranlar ilgi çekiyordu. Tekne ile Bangkok'un görülmesi gereken en güzel tapınaklarından biri olan Wat Arun'un kıyısına kadar geldikten sonra kanallardaki yaşamı görmek için nehirden ayrılıp kanallardan birine girdik.

Kanal kıyısındaki evlerin bazılarının kara yolu yoktu, tekneler ile ulaşımlarını gerçekleştiriyorlardı. Kanal üzerinde yaşayan insanlar için kanalın suyu hayat kaynağı. Her türlü ihtiyaçlarını bu siyah su ile karşılıyorlar. Hep örnek olarak verilen dişlerini bile bu su ile fırçalıyorlar rivayetine fazla inanmazken, dişlerini fırçalarken gördüğüm bir kadın sanki turistler için kurulmuş tuzaktı. Sabahın erken saatlerinde kanal turuna çıktığımız için evlerde fazla insan göremedik. Tek tük kanala giren ve çamaşır yıkayanları görebildik. Teknelerin peşine takılan dev kedi balıklarına ekmek atmayı da ihmal etmedik. Suyun renginden balıkları tam göremedik ama büyüklükleri bariz belli oluyordu.Kanallar üzerinde fazla sağlıklı görünmeyen restoran da vardı. Buralardan yemek yemek bence cesaret işi, her türlü işlerinde kanal sularını kullandıklarını da unutmamak lazım. Kanallarda sefalet hüküm sürüyor ama bazı zenginlerin yaptığı evlerde bu kirliliğin içinde pırıl pırıl parlıyordu. Bu evleri yapanlar zengin olsalarda bu hayatı bırakmayan insanlar. Alıştıkları yaşamı sürdürüyorlar. Dev balıklar gibi kıyıda gezen dev kertenkeleler de (abartmıyorum 1 metre civarı) insanı hayrete düşürüp, burada nasıl yaşanır dedirtiyor. Yaklaşık 1,5 saat süren kanal turumuz başladığı yerde son buldu.Kanal turunu hayatın daha hareketli olduğu akşam saatlerine doğru yapmakta fayda var. Daha kalabalık ve daha hareketli olacağı kesin.

Kanallardaki yaşamdan ayrılıp kısa bir otobüs yolculuğu sonrası bu sefer zenginliğin ve gösterişin doruk noktasında olduğu Grand Palace ziyaretine başladık. Buradaki tapınaklar, binalar, ince işlemeler , resimler, heykeller için bile Bangkok'a gelmeye değer. Saray avlusu (218.000 m2) içinde Tayland'lılar için çok önemli olan Emerald (Zümrüt) Buda da var. Aslında bu buda heykeli 1 metreyi bile bulmayan (66 Cm.) yeşil yeşim taşından yapılmış sıradan bir heykel. Ama manevi değeri çok fazla. Mevsimine göre yılda üç kez zümrüt budanın altından ve değişik değerli taşlardan yapılmış elbisesi değiştiriliyor. Bu elbise değişimini ciddi törenler eşliğinde kral yapıyor. Biz zümrüt budayı ziyaret ettiğimizde üzerinde yağmur kostümü vardı. Diğer iki kostumü yazlık ve kışlık olanlar. Zümrüt budanın olduğu tapınak Wat Phra Kaew ülkenin en kutsal olanı.
Büyük sarayın avlusu inanılmaz derecede bakımlı ve güzel. Ağaçlar, çimler hepsi ahenk içinde. Heykellerin işlemelerinde en ince detay bile düşünülmüş. Duvarlar boyunca Tayland ve buda tarihini anlatan resimler çizilmiş. Kral burada yaşamıyor ama önemli yabancı ziyaretçileri olduğu zaman ağırlama burada yapılıyor.


Büyük saray turunun ardından Çin Mahallesi içinden de geçip Bangkok'un modern yüzünü yansıtan, alışveriş merkezlerinin olduğu Siam Meydanına geldik. Burada büyük alışveriş merkezleri bir arada bulunuyor. En ünlüsü Central World Plaza ve Siam Center. İkisinin arasına çok büyük olacak Siam Paragon yapılıyor. MBK Center daha alt kesime hitap eden, çok fazla küçük stand tarzı dükkanların olduğu bir alışveriş merkezi. Mağazalarda klimalar olduğu için bunalmıyorsunuz ama sokağa çıktığınızda hem sıcak ve nemli hava, hem de yolların üzerinden geçen Bts Skytrain sistemi can sıkıcı. Trafik problemini çözmek için normal yolların üzerine ana merkezlerde tren sistemi kurmuşlar. Bu sistem zaten basık olan havayı daha da basmış. Alışveriş merkezleri arasında yayaların yürüyebildildiği üstgeçitler yapmışlar. Yollarda otobüs bekleyenler için dev ekranlarda müzik yayını yapıyorlar. Bu civarda yollarda yürümek can sıkıcı.

Bangkok'ta şehir içi otobüsler klimalı ve klimasız olarak ikiye ayrılmış. Klimasız olanlarda cam yok, çok komik görünüyorlar. Otobüs fiyatları çok ucuz, en pahalı mesafe yarım dolar bile tutmuyor (Biz gittiğimizde 1 Dolar=40 Baht, 1 Baht yaklaşık 37.500 TL idi. Haziran 2004). Tuk-Tuk denen üç tekerlekli motosiklet bozması araç Bangkok'un klasiklerinden. Otobüse göre biraz daha pahalı ama pazarlık ile fiyatı daha da düşürebiliyorsunuz. Vereceğiniz para hiç bir zaman 5 doları geçmez. Taksi fiyatları da Türkiye'ye göre daha hesaplı. Biz ulaşım aracı olarak hep taksiyi tercih ettik. Tuk-tuk ile seyahat zevkli görünüyor ama çok hızlı gittikleri için her an kaza riski var, kaza anında da dışarıya fırlamak olası. Bunlara alternatif olarak banliyo treni, kanalda küçük tekneler, küçük otobüsler ve motosikletli taksiler de ulaşıma yardımcı oluyorlar. Bu kadar çok çeşitli araç hava kirliliğinin de maksimum seviyeye çıkmasına neden oluyor.

Bangkok'taki üçüncü gün sabah çok erken yola koyulduk. Bu sefer istikametimiz yaklaşık 80 kilometre güney batıdaki Damnoen Saduak Floating Market, yani meşhur yüzen pazardı. Yola erken çıkmamızın nedeni saat 12 gibi yüzen pazarın bitmesiydi. 8.Rama Köprüsünü de geçerek Bangkok dışına çıktık. İstanbuldaki E-5 karayolunu andıran yol boyunca yeni yapılan siteler, alışveriş merkezleri ve küçük mağazalar vardı. Meşhur Siam ikizlerinin doğduğu şehirin içinden geçerek yolumuza devam ettik. Hindistancevizi Çiftliğinde kısa bir mola verdik. Burada hindistancevizinin ne tür işlerde kullanıldığı gördük. Açıkta yapılan hindistancevizi tatlıları, şekerleri ve kabuklarından elde edilen çeşitli mutfak aletleri satılıyordu. Tatlıyı burada denemedik ama yüzen pazarda deneme fırsatımız oldu, son derece lezzetliydi. Yol kenarlarındaki toplama yerlerine yığılmış hindistancevizi meyveleri ve bize eşlik eden hindistancevizi ağaçları arasından yüzen çarşıya teknelerin kalktığı yere geldik.
Bu noktadan sonra ince uzun, yaklaşık 6 kişinin binebildiği teknelere bindik. Teknede oturacak koltuk olmadığı için ayaklarımızı uzatarak yere oturduk. Teknede zemine oturunca su ile aynı hizaya geldik. Bu kanalların kirli suları ile iç içe bir yolculuk yapmamız demekti. Yaklaşık yarım saat süren yolculuk boyunca kanallar kenarına yapılmış evler, bazı dükkanlar ve buda heykellerinin olduğu tapınakların arasından geçtik. Kocaman bir kobra kafası çiziminin olduğu "Cobra Show" reklamlarını yol boyunca gördük. Yüzen pazara yaklaştıkça içleri meyvalarla, sebzelerle, yeni hazırlanmış yiyeceklerle veya değişik ürünlerle dolu, yöresel şapkalı bayanların kullandığı kayıklarla karşılaşmaya başladık.

Yüzen pazarın olduğu ana kanala gelince kıyıya yanaşan tekneden indik. İner inmez çeşitli hediyelik eşyaların satıldığı bir alana çıktık. Hiç ilgilenmeden kanalı yukarıdan güzel görebileceğimiz bir yer aramaya başladık. Görüntü rengarenk ve muhteşemdi. Her taraftan satıcıların sesleri geliyordu. Yüzen pazar Tayland'ı turistik olarak tanıtan en önemli yerlerden biri. Özellikle fotograf çekmeyi sevenler için çok güzel bir ortam. Turistik satış alanındaki kalabalık ve dükkanların konumu yüzünden çekebildiğimiz fotograflar sınırlı kaldı. Güzel ve etkileyici fotograflar yakalayabilmek için tekne ile kalabalığın arasına dalmak en mantıklı fikirdi ve yaptık. 400 Baht (yaklaşık 10$) karşılığı 20 dakika bayan kayıkçı eşliğinde yüzen pazarın içinde klasik pazar teknesi ile dolaştık. Dar kanaldaki tekneler yol boyunca bize satış yapmaya çalıştılar ama biz kayıkçımıza yalnızca fotograf çekmek istediğimiz el kol hareketleri ile anlatmayı başarınca, bize satış yapmak isteyen tekneleri rahatsız etmemeleri konusunda uyardı. Rahat rahat fotograf ve kamera çekimi yaptık. Bazı kısımlarda tekneler o kadar çoğalıyordu ki Bangkok'taki gibi trafik sıkışıklığı yaşanıyordu.Tayland deyince yüzen pazarda en çok gördüğümüz ürünler , yani tropikal meyvelerden bahsetmemek olmaz. Türkiyede bulunmayan onlarca meyve sokak satıcılarında, teknelerde, marketlerde itina ile soyulup müşteriye sunuluyor. Bizim marketlerimizde oldukça pahalıya satılan, en lezzetli meyvelerdan Ananas artık para getirmemeye başlayınca üreticiler başka bitkilere (özellikle kağıt üretilen bir bitki) yönelmişler. Yediklerimiz arasında greyfurtun en az 2 katı büyüklüğündeki Pomelo portakal, greyfurt arasında bir tada sahip çok lezzetliydi. Rambutan değişik görüntüsü ile kırmızı deniz kestanesini andıran, ama içinde bembeyaz tatlı meyvesi olan bir meyve. Dragonfruit dışı kırmızı ve üzerinde yeşil çıkıntıları olan , içi beyaz, küçük siyah çekirdekli aynı kivi tadında bir meyve.Guava armuta benziyor, bol bol suyunu içtik. Meyvelerin kraliçesi Mangosteen mor sert kabuklu, yeşil yapraklı bir sapı olan , içinde beyaz aynı sarımsak dişi büyüklüğünde tatlı dilimleri olan güzel bir meyve. Meyvelerin kralı kabul edilen Durian'ın dışı sert, yeşil ve çıkıntılı. İçi ise sarı renkte, mineral ve protein deposu. Bu meyve için Taylandlılar "kokusu cehennem, tadı cennet" diyorlar. Kapalı alanlarda soyulup yenirse uzun süre kalıcı bir koku bırakıyor.Bu meyvelerin dışında ; Jackfruit (Khanun), Jujube, Langsart, Longan (Lum-Yai), Lychee, Mango, Papaya, Rollinia (Noi-Naa), Rose Apple (Chom-Poo), Salak, Sapodilla, Santol (Gra-Torn), Starfruit (Ma-Feung) ve Tamarind (Makhaam) adlarında hepsi birbirinden değişik ve lezzetli tropikal meyve yetiştiriyorlar.


Yüzen pazarda geçen eğlenceli zamandan sonra Rose Gardena doğru yola çıktık. Yol üzerinde, yalnızca el emeği ile ağaçların işlendiği ve satış mağazasının olduğu bir tesise uğradık. Bazı ağaç işlemesi tabloların ve mobilyaların fiyatları inanılmaz yüksekti. Bunlara yalnızca bakıp, fotograflarını çekmekle yetindik, zaten memlekete getirmek için bir de gemi tutmak gerekir heralde. Küçük ağaç işlerinin olduğu markette de çeşitli alınabilecek hediyelikler mevcuttu.
Bangkok'a yaklaşık 40 Km. uzaklıktaki Rose Garden tamamen turistlere hitap eden bir yer. Bakımlı bir bahçe ve yapay göl, açık büfe öğle yemeği ve filler dışında hergün saat 15.00 de başlayan kültür gösterileri var. Kapalı bir alanda yaklaşık 1000 kişi alabilecek tiyatro sahnesinde sergilenen Tayland kültür gösterileri kısa kısa piyeslerden oluşuyor.Gösteriden sonra oldukça ilgi çeken fillerin gösterisini izleyebiliyorsunuz. Filler havuz çevresinde dans edip, kütük üzerinde yürüyorlar. Burada düşük bir ücret karşılığında file binme şansınızda var. Biz bu şansı tepmedik. Merdiven ile çıkılan yüksek bir yerden filin üzerindeki sandalyeye geçiyorsunuz. Fil yürürken vücut hareketleri oldukça sallıyor. İnsan bu kadar muhteşem hayvanların burada resmen maymun edilmesine üzülerek buradan ayrılıyor.Bangkok'a döndükten sonra gezmek için oldukça vakit kaldı. Sıcak ve nemli havada bu kadar değişik bir şehirden ayrılacağımız ve daha yaşanması gereken bir çok şeyin olduğu bilincinde gezebildiğimiz kadar gezdik. Ama Bangkok aynı İstanbul gibi gez gez bitmeyecek bir şehir. Seksenli yıllarda ünlü parça "One Night in Bangkok"'u dinlerken hayal ettiğim Bangkok'a hem yakın hem de çok uzak bir metropol bulmuştum bu seyahatimde.Bu geziden 8 ay önce Hongkong'dan dönerken havaalanında 2 saat kaldığımız Bangkok'a Pattaya'dan dönerken bir kez daha merhaba dedik ama çok kısa sürdü...


PATTAYA

Kötü şöhreti, anlatılan hikayeleri, dergilerde çıkan olumsuz yazıları yüzünden tur öncesinde Pattaya'ya gitmek hedefimizde yoktu. Gidebileceğimiz alternatif turlar iptal olunca tur programımıza Pattaya'yı da almak zorunda kaldık.Pattaya Bangkok'a kara yolu ile 140 Km. uzaklıkta. Bangkok'un sayfiye merkezi olarak biliniyor. Ama artık denizin kirlenmesi ve seks turizmi ağırlıklı bir yer olması yüzünden sayfiye yeri hüviyetinden çıkmış. Zaten şehir merkezinden denize yalnızca yerel halk veya cesaretli bir kaç turist girebiliyor...


Bangkok'tan Pattaya'ya gitmek için erkenden yola çıktık. Bu sayede günümüzü daha iyi değerlendirme fırsatımız olacaktı. Otobandan normal şartlarda 2 saatten az zamanda gidebileceğimiz yolu, yüksek benzin tüketimini engellemek için koyulan hız sınırı yüzünden daha uzun zamanda gittik. Sağlı, sollu hindistancevizi ağaçları ve yeşillikler arasında yaptığımız yolculukta bazı mağazaların olduğu bir yerde mola verdik. Mola yerinde Mc.Donald's ve golf malzemelerinin satıldığı oldukça şık bir mağaza vardı. Biz mağazadayken başlayan yağmur o kadar şiddetlendi ki 30 metre uzaktaki otobüse ulaşmak bile çok zor oldu.

Pattaya canlı bir yer ama çok bakımlı bir yer değil. Tayland'ın Antalyası deniyor ama Antalya hem çok daha büyük hem de daha temiz. Çevresinde çok lüks tatil köyleri var mı bilemiyorum ama şehir merkezindeki oteller Türkiyedeki benzerlerine göre daha zayıf kalıyor. Geçmişte balıkçı kasabası olan Pattaya'nın bu kadar popüler olmasının ana nedeni zamanında Amerikan askerlerinin burayı tatil için kullanmaları olmuş.Otele gelmeden önce dünya üzerinde bulunan bir çok değerli taşın işlendiği mücevher satış mağazasına uğradık. Hayatta buradan bir şey almam derken seyahatte aldığımız en pahalı şeyleri bu mağazadan aldık. Alışverişin en ilginç tarafı mağaza sorumlusunun bir Türk olması ve ürün tanıtımının Türkçe film ile yapılmasıydı.


Pattaya'da tatil köyü havasında yapılmış Woodlands otelde kaldık. İki katlı otel binalarının üzerindeki kertenkeleler ve bahçenin büyük olmasından dolayı çevredeki diğer hayvanlara karşı tedbiri kapı ve pencereleri hiç açmayarak aldık. Hem çevrede hem de kaldığımız otelde karşılaştığımız bir çok hayvandan zarar görmeden, yalnızca bir kaç sivrisinek ısırığı ile Pattaya seyahatini atlatmayı başardık. Ama bu ısırıklar uzun süre etkisini korudu. Pattaya'da turlarken, sahil yolunda arabaların ezdiği yılan ölüleri ile sık sık karşılaşıyorduk.İlk gün ziyaret ettiğimiz Timsah Çiftliğine girer girmez bizi milyonlarca yıllık taşlaşmış ağaçların kalıntıları karşıladı. Muhteşem bakımlı yemyeşil bahçe içinde timsahlarla beraber değişik hayvanların barındığı hayvanat bahçesi ve kedi balıklarının olduğu yapay bir göl vardı. Ziyaretimiz sırasında çok yakından kaplanların ve timsahların beslenmelerini izledik. Allahtan yemleri biz değildik.Tayland'ın klasiklerinden timsahlar ile yapılan gösteriyi yakından izleme fırsatı bulduk. Timsah ile oynayan adam kol, bacak , kafa gibi muhtelif yerlerini timsahın büyük ağzının içine sokup kendini oldukça riske atıyordu. Bazende timsahın diline asılıp kızdırıyordu. Biz rastlamadık ama senelerdir bu işi yapan yaşlı bir timsah terbiyecisi çok kısa zaman önce kafasını timsahın ağzı içinde bırakıp öbür dünyayı boylamış. Hakikaten insanı heyecanlandıran bir gösteriydi. Akıl karı değil.Timsah Çiftliğinde beni en tedirgin eden yer yüzlerce timsahın bulunduğu göldü. Sakin sakin görünen timsahlar gölün yüzeyinde sanki zararsızmış gibi duruyorlardı. Bu sakinlik ip ucuna takılan tavuk etinin göle uzatılması ile son buldu. O durgun hayvanlar eti kapabilmek için inanılmaz hamleler yapıyorlardı. O sırada parmaklıklara yaslanmamaya karar alıp düştüğüm anda olabileceklerin korkusu ile etleri yemelerini seyrettim.


Gece meşhur Pattaya ortamının içine dalmadan önce otele yakın Lotus alışveriş merkezinde yemek yedik. Pattaya'da alışveriş yapılabilecek çok yer var. Sahil yolu üzerindeki Royal Garden Plaza, Mike Shopping Mall ve orta Pattaya'daki Carrefour Alışveriş Merkezi bunlardan bazıları. Hepsinde dolaştık.Pattaya'da ulaşım açık kamyonetler ile yapılıyor. Bu kamyonetlerin kasasına 10 kişilik koltuk yapmışlar. Taksi isteyince bunlar geliyor. Bir kişi için bile bu aracı kullanıyorsunuz. Ücretleri tamamen pazarlığa bağlı. İlk günün tecrübesizliği ile kuzey Pattayadaki otelden Walking Streete gitmek için 100 Baht (2.5$) verdik. Daha sonra pazarlıkla aynı yolu 20 baht civarına gitmeye başladık.

Walking Street (Yürüyüş Caddesi) geceleri en hareketli cadde. Gece kulüpleri ve go go barlar sağlı sollu sıralanmış. Tabi bu tür yerler yalnızca bu cadde üzerinde değildi. 2.Pattaya Yolu ve ara sokaklarda da ışıl ışıl tabelalar, kapı önünde boyunlarına fiyatları asmış kızlar müşteri bulmaya çalışıyorlardı.Kulüplerin ve barların önünde yüzlerce hayat kadınının birlikte oturduğu açık alanlar var. O kadar kalabalıklar ki iğne atılsa yere düşmez. Bu kulüplerin üst katları çeşitli seks gösterilerinin yapıldığı alanlar. Tabelalardaki fiyatlar bu gösterilerin olduğu kata çıkıldığında bir anda katlanıyor ve parayı ödemeden çıkmak çok mümkün değil gibi. Önceden pazarlık yapmak gerekli. Pattaya'da artık Tayland mafyasından sonra Alman ve Rus mafyası da yerleşmiş durumda.Gece geç saatlerde bu caddelerde yürürken rahatsız edici bir durumla karşılaşmadık. İlgimizi en çok çekenler yürümekte bile zorlanan yaşlı yabancı turistlerin torunu yaşındaki kızlarla el ele gezmesiydi. Bu tezat görüntülerin arasında çocuk arabası ile bebek gezdiren turist aileler bile vardı. Belli bir zaman sonra ortam fazla yadırganmıyor. Tayland, müsaade ettiği seks turizminin faturasını her gün dünyaya kazandırdığı yeni AIDSliler ile ileride ödeyecek gibi görünüyor...


Pattayadaki ikinci günümüz Mercan Adası turu yüzünden erken başladı. Sahil yolu boyunca sıralanan sürat teknelerinden birine binebilmek için kanalizasyon karışan denizin içinden geçtik. Tekne yaklaşık 10-15 kişi alabilen, güçlü motora sahip bir sürat teknesiydi. Yaklaşık 20 dakika süren yolculuğumuz bol sallantılı ve ıslak geçti. Adaya ulaştığımızda geri dönüş nasıl olacak diye ister istemez düşünüyorduk. Yağışlı mevsimde olduğumuz için hava her zaman bozabiliyordu. Gerçektende havanın bozacağını anlamayıp biraz daha geç geri dönseydik oldukça riskli bir yolculuk yaşayacaktık. Biz döndükten sonra çıkan fırtınada bir çok ağaç devrilmişti.Mercan Adası diye anılan Koh Lan adası Pattaya açıklarındaki 8 ada arasında en büyük iki adadan biri.Mercan adası denince insan fotograflarda hayal ettiği, palmiyeler altında muhteşem kumsalı olan bir ada hayal ediyor. Koh Lan adasında palmiyeler, kumsal var ama estetik olarak Marmara Denizindeki adalar kadar bile güzel değil. Gelgit olayı yaşandığı için kumsalın yarısı ıslak ve değişik deniz hayvanlarının izi ile doluydu. Sular yükseldiğinde tehlike sınırını gösteren dubalar biz gittiğimizde kumsalda duruyorlardı. Gitmemize yakın bu dubalar tekrar su içinde kalmışlardı.Koh Lan adasında Büyük Okyanusa (Tayland Körfezi) girme zevkini yaşadım. Deniz suyu ılıktı. Gittiğimiz sahilde birkaç vasat tesis vardı. Bu tesislerde küçük alışveriş yerleri ve yemek yeme yerleri vardı. Biz rehberimizin yaptığı Türk usulü salatalar eşliğinde deniz mahsulleri ve balık yedik. Yöresel meyvelerden burada da yeme fırsatı bulduk.Yemek sonrası kumsalda güneşlenirken kumsala bir kaç tekne yanaştı. Bu teknelerden inen kalabalık grup, akın akın kumsala gelmeye başladı. Hepsi Türktü! Büyük bir firma bayilerini tam biz oradayken bu adaya seyahate getirmişti. Ortam bir anda Kilyos Halk Plajına döndü. Sanki Türkiyede mayo yokmuş gibi donları ile Okyanusa giren yurdum insanı nereye gidersek gidelim Türk gerçeğinden kurtulamayacağımızı suratımıza vurdu. Zaman ilerledikçe samimiyet ilerledi ve birliktelik kumsalda futbol oynamamıza kadar vardı. Adada çoğunluğu o kadar ele geçirmiştik ki hemen espriyi patlattım. "Hocam, Türk bayrağı varsa verin dikelim artık ada bizim.". İşin esprisi bu kadar kalabalık ile adayı rahat ele geçirirdik. Ama sonra ne olurdu, bizi asarlarmıydı yoksa , ülkeler arası kriz mi çıkardı onu bilemem...Adaya geldiğimizden daha sallantılı ve ıslak bir yolculukla Pattaya'ya geri döndük. Otele ayak basar basmaz fırtına ile birlikte şiddetli yağmur başladı. Tam zamanında dönmüşüz. Günümüz sahil yolu , yürüme yolu ve alışveriş merkezlerinde bol bol turlayıp etrafı gözlememiz ile geç saatlerde son buldu. Sabah çok erken saatte otelden ayrıldık. Bangkok Havaalanından Singapura gidecek uçağımıza yetişmemiz gerekiyordu. Uykumu tam alamadığımdan otobüste uyumuşum. Gözlerimi açtığımda Bangkok'un içinden geçiyorduk. Son kez yüksek binalara bakıp içimden acaba bir daha buraya yolum düşer mi diye düşündüm...(2004)

Dubai

Türk Hava Yollarından biriken bedava millerimi nereye gitmek için kullanayım diye düşünürken daha önce yalnızca havaalanına uğradığım Dubai aklıma geldi...Yaklaşık bir ay önceden aldığım bedava bilet sonrası yapılan promosyonlar, vize işleri için THY'nin yardımcı olmaması seyahat öncesi moralimi bozsada uçuş rotamı değiştirmedi... Vize eğer Emirates ile uçuyorsanız problem değil. Bileti alırken vizenizi alıyorsunuz. Ama benim gibi başka havayolu ile uçmayı düşünüyorsanız Dubai'de kalacağınız yerin size vize çıkartması, vizenin de aslının havaalanına bırakılması gerekiyor. Vize ücretini daha sonra otele ayrılırken ödüyorsunuz.

Dubai Fotografları

İstanbul - Dubai uçağı saat 23.05'de kalkacağı için akşam yemeğinden sonra havaalanına gittim. Duty Free'de dolaşıp, birde süper lig maçı izleyerek uçağın kalkış vaktine kadar oyalandım. Uçuş yaklaşık 4 saat sürdüğü için uyumak ile uyumamak arasında gidip gelen hisler ile Dubai'ye vardım. Normalde uykunun en tatlı olacağı zaman havaalanında vize kuyruğu beklememek ve bir an önce otele gidebilmek için uçaktan çok hızlı inip sıranın en önünde pasaport işlemlerine başladım. Allahtan belgem gelmişti, yoksa oteli ara belge iste, derdini anlat o saatte hiç çekilmezdi. Çevremdekileri inceleyince o durumda bir çok kişinin telefonlar ile bir yerlere ulaşmaya çalıştıklarını farkettim. Neyse bu iş benim için çok kolay bitmişti.Sonraki aşama otelden beni almaya gelen kişiyi bulmaktı. Dubai'de otellerin gelenleri karşılaması ve otele götürmeleri standart bir hizmet. Özellikle çok lüks otellerin hizmeti uçaktan iner inmez başlıyor. Havaalanından çıkana kadar bu otellerin güzel güzel yazılmış panolarını taşıyan genellikle Hintli şöförler müşterileri bekliyorlardı. Ben dışarı çıkana kadar kalacağım otelle ilgili bir kişi göremedim. Kasım ayının içinde ve daha gün doğmamasına rağmen hava oldukça sıcaktı. Biraz bekleyip, çevreme bakındıktan sonra beni otele götürecek kişiyi kendi çabalarımla buldum. Başkalarını da bekliyordu ama onları bulamayınca beni bineceğim minübüse götürdü. Başka bir şöför ile daha gün doğmamışken otele doğru yola çıktık. Ramazan ayında olduğumuz için herkes sahura kalkmış, artık son lokmalarını yiyorlardı. Muhabbet ederek otele ulaştık, adama 10 Dirhem (2.75$) bahşiş verdim, sevinçten bir kaç kez paraya baktı. Bize göre çok para değil ama şöföre çok iyi geldi. Gider gitmez biraz uyumak için yatağa attım kendimi, iki saat uyku çok iyi geldi, artık güne hazırdım...

Kahvaltımı hızla yapıp kendimi dışarıya attım. Otelim eski Dubai sayılan Deira bölgesindeydi. Yakındaki alt geçitten çıktığım anda Dubai Creek diğer adıyla Haliç kıyısındaydım. Haliç aynı İstanbuldaki gibi yaklaşık 12 Km.uzunluğunda çölün içine sanki vaha gibi girmiş doğal bir deniz parçası. Fazla geniş olmadığı için daha çok nehir izlenimi veriyor.Haliçi geçmek için Abra adı verilen geleneksel su taşıtlarını kullanmak en kolay çözüm. Yaklaşık 20-25 kişinin bindiği Abralar yalnızca yarım dirheme (15 cent) karşıya, yani Bur Dubai bölgesine geçiriyor.Şehiri dolaşmaya karşı kıyıya geçmeden Deira kısmında yapmaya başladım. Havaalanından gelirken gördüğüm Deira City Center a ulaşmak için yürümeye başladım. Kıyı boyunca haliç oldukça temizdi. Zorla yeşil tutulmaya çalışılan parklar iş bulmaya gelmiş ve kalacak yeri olmayan Hintliler ve Araplarla doluydu. Bu kadar modern görünüşlü binaların çevrelediği kıyı kesiminde parkların bu hali tezat oluşturuyordu. Zaten Dubai kaldığım sürece bana zıtlıklar sunmaya devam etti...Yüksek binalar, temiz caddeler ve sabah saati olmasına rağmen bunaltıcı sıcakla beraber Al Maktoum köprüsüne kadar geldim. Köprünün üzerinde yayalar için ayrılan yoldan ortasına kadar gelip fotograf çektim. Halici (Dubai Creek) buradan izlemek son derece huzur verici, köprü üzerinde kendimden başka yaya görmedim. Karşı tarafa geçmeden geri dönüp yürümeye devam ettim. Sıcaktan bunalınca yoldaki süpermarketlere girerek klimaları ile serinliyordum. Ramazan ayı olduğu için yiyecek satışı yapılan yer yoktu, kimse alışveriş merkezleri dahil ne sigara içiyor nede yemek yiyebiliyordu. Oteller dışında yemek yeme imkanı yok, dışarıdaki meşrubat makineleri bile zincirlenmişti.

Modern tarzda yapılmış saat kulesini geçip yoluma devam ettim. Bir şehri gezmenin en iyi yolunun yürümek olduğu felsefesinden sapmayarak City Center'a ulaştım. City Center Dubaideki onlarca alışveriş merkezi arasında en kalabalık ve hareketli olanı. Ayrıca şu an için en büyüğü. Birkaç sene sonra çok daha büyüğünün yapılacağını projelerden biliyorum. Dubai'de yapımı devam eden veya plan aşamasında olan o kadar çok olağanüstü proje var ki her ziyarette şehir daha da gelişmiş olacaktır. Belki de dünyada değişim sürecinin en hızlı sürdüğü kenttir Dubai..Petrolün bitmesiyle yaşanacak ekonomik bunalımı bu projeler ile atlatacak gibi görünüyor Dubai şehri...Herneyse, City Center bana Dubai'de kaldığım sürece hep ev sahipliği yaptı. Akşam yemeklerinde Lübnan,Çin ve İtalyan yemekleri yemek oldukça zevkliydi. Öğlen dışarıda yiyemediğim için City Centerdaki Carrefour'dan aldıklarımı otel odasında yiyip içerek uzun yürüyüşlere ve sıcağa dayanabildim. City Center genelde Avrupalıların ve emirliğin gerçek yerli halkının rağbet ettiği bir merkez. Pahalı mağazalar ve değişik alternatifleri ile Dubai'ye gidenlerin mutlaka uğradığı bir mekan.




Giriş kapılarındaki standlardan şehir turu yapan üstü açık otobüslere bilet almakta mümkün. Bu otobüsler ile Dubai'nin görülebilecek önemli tüm noktalarını ziyaret edebiliyorsunuz. Hatta kumsalda denize girebilmeniz için 2 saatlik mola bile veriyorlar. Ben bu otobüsleri keşfettiğimde zaten Dubai'nin tüm önemli noktalarını gezmiştim, o yüzden turlarına katılmadım. Ama bir günde Dubai'nin tüm önemli noktalarını görmek istiyorum derseniz kesinlikle bu otobüs ile şehiri gezin. www.bigbustours.com adresinden daha fazla bilgi alabilirsiniz.
Genelde gitmek istediğim noktalara yürüyerek gittim ama dönüşleri hep taksi ile yaptım. Zaten Dubai'de ulaşım için taksi en iyi alternatif. Şehir içinde işleyen otobüslerde var ama ben hiç binmedim. Genelde para durumu iyi olmayan Hintli ve Pakistanlılar kullanıyor bu otobüsleri. Taksi fiyatları makul olduğu için kendimi çok fazla kasmadım. Alışveriş bölgeleri dışında sokakta yayalarla fazla karşılaşmıyorsunuz. Tek tük bisiklet ile ulaşımını sağlayanlara da rastladım. Taksiler oldukça konforlu ve hepsi klimalı. Göstergelerde fiyat ile beraber katedilen mesafeyi de takip edebiliyorsunuz. Taksicilerin hepsi ingilizce konuşabiliyor ve sizi kazıklamak gibi niyetleri yok. Hem ramazan ayı olmasından hemde emirlerini kısa zaman önce kaybettiklerinden bindiğim tüm taksilerde kuran dinleniyordu. Özetle taksilere güvenle binebilirsiniz Dubai'de...




Şehir rehberinden bulduğum bir çok alışveriş merkezine gittim.
Mercato : Dikkat çekici klasik İtalyan mimarisi ile yapılmış küçük bir alışveriş merkezi. Yalnızca mimari özelliklerinden dolayı gidilebilir. Huzurlu alışveriş ve dinlenme imkanı sağlıyor. Özellikle rahat koltuklarda oturup gazete okumak muhabbet etmek için ideal bir mekan. İçinde sinemalar, lüks mağazalar, Dubai'deki en büyük Virgin megastore ve Spinneys/Home Center (süpermarket) var. Jumeirah bölgesinde kıyıya çok yakın. Genelde Avrupalılar rağbet ediyor.
Bur Juman Center : Son derece düzgün ve para harcanarak yapılmış, çok lüks mağazaların olduğu ancak daha yeteri kadar ziyaretçinin uğramadığı büyükçe bir alışveriş merkezi. Bur Dubai'de. Paranın bir alışveriş merkezine nasıl harcandığını görmek isteyenlere.
Al Khaleej Center : Bur Dubai'de orta ölçekli bir alışveriş merkezi. Her türden mağaza var. Buraya yürümekten yorulduğum zamanlarda halka açık masaj koltuklarını kullanmak için sıkça geldim. 1 Dirhem karşılığı 3 dakika masaj yapıyor bu koltuklar ve Dubai'de alışveriş merkezlerinde rahatlıkla bulabiliyorsunuz.
Al Rais Shopping Mall da bilgisayar ile ilgili tüm materyalleri bulabilirsiniz. Tüm mağazalar bilgisayar ürünleri satıyor. Girişinde son derece şık internete girebileceğiniz kafeler de var. Fiyatlarda diğer alışveriş merkezlerine göre iyi. Al Khaleej'in tam karşısında.
Diğer gittiklerimden Al Hana, Holiday Center, Palm Strip, Dune Center ve Al Dhiyafa Shopping Center birbirlerine benzeyen orta ölçekli alışveriş merkezleri. Şehirde şu an için en iyisi her şekilde Deira City Center...




Alışveriş merkezlerinden hoşlanmıyorsanız, Deira bölgesinde genelde hesap makineleri ile pazarlık yapabileceğiniz tarzda yüzlerce dükkan bulabilirsiniz. Bu dükkanların çeşitliliği ve etrafın hareketliliği bizim Eminönü, Sirkeci bölgesini hatırlatıyor. Hatta gece geç saate kadar açık olduğu için hareketlilik akşam saatlerinde de devam ediyor. Özellikle ucuz elektronik ürünler almak istiyorsanız bu bölgedeki dükkanlara uğramanız gerekli. Deira'dan Abra ile geçilen Dubai müzesinin olduğu bölgede de daha çok ucuz giyim malzemeleri bulabilirsiniz. Bu bölge de oldukça haraketli ve kalabalık.Aklıma gelmişken Dubai Müzesinden de bahsetmem gerekli. Yaklaşık 4000 yıl öncesine dayanan kalıntıların bulunduğu müzede ne yazık ki bunların sayısı çok az. Müzede genellikle tarihi eserlerin yerine son yüz yıldaki gelişmeler ve yöresel yaşamdan parçalar anlatılıyor.Müzeye girildiğinde surların arasında kalan dar alana klasik bir arap evi ve bir kaç top yerleştirmişler. Hepsi bu kadar mı diye düşünürken yerin altına doğru açılan merdiveni gördüm. Meğerse müzenin ana bölümü yerin altına doğru yerleştirilmiş. Müzede Dubai'nin geleneksel yaşamının anlatıldığı bir bölge yaratılmış. İnsanlar ve eşyalar mumya heykeller ile anlatılmış. Kimi hareketli kimi ise video gösterileri ile anlatılıyor. Ayrıca bölgeden çıkarılan kalıntılar ve çöl ortamında yaşayan hayvanların anlatıldığı kısımlar da var.Müzenin en iyi yanı klimalardan dolayı serin olması. 1$ lık giriş ücreti yalnızca serinlemek için bile verilir.

Deira bölgesinde ilginç olabileceğini düşündüğüm yerlerden biri de Balık Pazarıydı. Otelimden yürüyerek ara sokakları gezerek buraya ulaştım. Ana caddelerin hepsinde Arapça ve İngilizce düzenlenmiş haritalar sayesinde nerede olduğunuzu çok rahat takip edebiliyorsunuz. Böylece sık sık cebinizden harita çıkartıp bakma zorunluluğu da kalmıyor.Çeşit çeşit balığın ve deniz hayvanının olduğu balık pazarındaki koku dayanılacak gibi değildi. Sıcak ile karışan balık kokusu daha betermiş meğer. İlk defa burada zorla birşeyler satmaya çalışan insanlarla karşılaştım. Heralde beni balık tüccarı falan zannettiler. Haklılar tabi, turist olarak gelen hangi kişi balık pazarını gezer ? Balık pazarını gezip gidiyordum ki duvarın üzerine dizilmiş yüzlerce köpekbalığını görünce yaklaşık 1 saat daha o civarda oyalandım. Yanyana bu kadar çok köpekbalığını hiç görmemiştim. Balıkları tek tek inceledim. Jumeirahbölgesinde kıyıda gezerken bana çok güzel gelen turkuaz renkli denizden çıkan bu balıklar deniz tatili yapmayı düşündüğüm bu kıyılara karşı daha dikkatli düşünmeme sebep oldu. Halbuki deniz son derece masum görünüyordu.
Al Satwa denen bölgede daha kısa ama bizim Bağdat Caddesini andıran bir cadde var. Bu cadde üzerinde yemek yenecek yerler bolca. Hatta Istanbouli adında bir restoranda mevcut. Bu caddeyi sahile doğru takip ettiğinizde dev Birleşik Arap Emirlikleri bayrağına ve Jumeirah Plaj Yoluna ulaşıyorsunuz. Bu yolu kıyı boyunca takip ettiğinizde yaklaşık 20 Km. sonra meşhur otel Burj Al Arapa ulaşabiliyorsunuz. Zaten yol boyunca dev cüssesi ve değişik şekli ile çok uzaklardan bile kendini gösteriyor.Jumeirah Camii ilginç mimarisi ile dikkat çeken, tam fotograflık bir cami. Yolun karşısındaki Palm Strip alışveriş merkezinden çok daha iyi görünüyor.

Sheikh Zayed Road gökdelenlerin yanyana dizildiği, eski Dubai görüntüsü ile alakası olmayan modern bir görüntü çiziyordu. Devam eden inşaatlar Abu Dhabi'ye giden bu yolun daha çok gökdelenlere evsahipliği yapacağını kanıtlıyordu. Gökdelenlerin üzerinde asılmış dev afişler çoğu boş olan dairelere alıcı ve kiracı bulmak içindi.

Bu yolda yaptığım uzun yürüyüşe Dubai Dünya Ticaret Merkezinin giriş kapısından başladım ve en sondaki gökdelene kadar yürüdüm. Caddeyi geçmek için yer altına yapılan yaya geçidi şu ana kadar geçtiklerim arasında en uzunuydu. Alt geçidin çıkışındaki Holiday Center sakin ve dinlenmek için masaj koltukları barındıran temiz bir alışveriş merkeziydi benim için. Yorgunluk,uzun yürüyüşler, sıcak ve ramazan olması yüzünden dışarıda yiyip içememiş olmam beni resmen bitirmişti. Ne tür mağazalar olduğuna bakmadım bile. Süpermarketten aldığım portakal suyunu Holiday Centerin tuvaletinde bir dikişte içtim. Susuzluk o kadar beni alt etmişti ki bunu yapmak zorunda bile kaldım. Artık Arapların niye ramazanda dışarıda gezmediğini ve fırsat buldukça uyuduklarını anlamıştım. Hakikaten bu sıcakta oruç tutmak çok zordu. Anlamadığım tek şey vardı, ramazanda müslüman olmayan yabancıları dışarıda hiç bir şey yiyip içerken görmemiştim. Günlük tura katılan yabancılar o sıcakta nasıl dayanabildiler, hakikaten merak ettim.

Sokak sokak dolaştığım Dubai'den daha sonra tekrar defalarca geleceğimi düşünerek ayrıldım. Çünkü 4 saatlik uçuş süresi ile İstanbul'a oldukça yakın. Kışın bile deniz tatili yapma imkanı sağlıyor, oteller zamanı iyi seçildiğinde son derece hesaplı, ucuz alışveriş için çok uygun bir şehir ve karışık insan yapısı ile kendinizi fazla yabancı gibi hissetmeyeceğiniz bir yer. Bundan sonraki ziyaretimde çıkamadığım Çöl Safarisine çıkmak, Abu Dhabi ziyareti ve bol bol denize girmeyi hedefliyorum. Kimbilir belki yapılacak kayak tesisinde kayar, çöl metrosuna biner, denizaltındaki otelde kalırım...

Güney Kore

2003 yılının Kasım ayında SEUL'un iki havaalanından biri olan INCHEON HAVAALANINA doğru İstanbul'dan Güney Kore yolculuğuma başladım. Türk Hava Yolları İstanbul'dan yaklaşık 10 saatte Seul'e varıyor. Türkiye ile Güney Kore arasında 7 saatlik zaman farkı var. Güney Kore Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Avrupa ve Amerika'nın aksine Türk olmanın avantajını yaşadığınız bu ülkede 90 günlük vizenizi girişte rahat bir şekilde alabiliyorsunuz. Havaalanından şehir merkezine, önemli otellerin olduğu yerlere KAL Limousine Buses denen otobüsler işliyor. İsmi sizi yanıltmasın, biraz daha lüks otobüsler, limuzin değil yani. Fiyatları makul sayılır, eğer sizi havaalanında karşılayan biri yoksa, kalacağınız yere gitmenizi sağlayacak en sağlıklı çözümlerden. Ayrıca Deluxe ve normal şehir otobüsleri de var. Seul metrosu daha Incheon havaalanına ulaşmamış ama bir kaç sene içinde bitirilecekmiş.

Güney Kore Fotografları

Güney Kore'de tamamen yerli markalar piyasaya hakim. Özellikle otomobiller arasında Avrupa marka görebilmek için yollarda oldukça dolaşmanız gerekli. Havaalanından otele gidene kadar geçen yaklaşık 1.5 saatlik yol boyunca en fazla bir elin parmakları kadar yabancı otomobil sayabildim. Otomobiller ülkede yaşayan her kesime hitap edecek tarzda üretilmiş. Kimi mini, kimi bir BMW benzeri, kimi de 4*4 jip. Ülkedeki büyük markalar herşeye el atmışlar. Örneğin LG hem benzin istasyonlarında hem de küçük market işletmelerinde var. Samsung inşaat sektörüne de el atmış. Bizim iyi bildiğimiz Hyundai isimli otomobiller ile aynı isimli alışveriş merkezleri de var.1950'li yıllarda Kore güney ve kuzey olarak ikiye ayrılmış. 80'li yıllara kadar Kuzey Kore , SSCB desteği ile güneye göre daha ön plandaymış. Ancak 90'lı yıllarda elektronik, otomobil ve diğer gelişen teknolojilerde yaptığı atılımlar, Güney Kore'nin kuzeye göre belirgin bir üstünlüğe, hatta dünyada bile öncü devletlerden biri olmasına sebep olmuş. İki ülke yalnızca Korelilerden oluşan bir halka sahip olmasına rağmen diğer ülkelerin baskıları, zıt iki ülke yaratmış. Güney Kore'nin tek kara sınırı Kuzey Kore'ye. Hiçbir şekilde ülkeye karadan ulaşma şansınız yok.Güney Kore'nin para birimi Won. 1$ yaklaşık 1.150 Won. Ülkenin alanı 99.274 Km2. Türkiye'nin yaklaşık 1/8 i kadar olmasına rağmen nüfusu 50 milyon. Anadolu gibi 3 tarafı denizlerle çevrili bir yarımadadan oluşuyor. Konuşulan dil Korece. Yazılarında kullanılan şekillere dikkat edildiğinde diğer uzak doğu dillerine göre daha kolay şekillerden oluştuğu anlaşılıyor.

Seul'de trafik İstanbul gibi sıkışıyor. Zaten Seul büyüklüğü ve karmaşık yapısı ile İstanbul'a oldukça benziyor. Seul'ün nüfusu 15 milyonun üzerinde. Yandaki fotografı kaldığım otelin odasından çektim. Uzaktaki meşhur Seul kulesi bizdeki Çamlıca tepesini hatırlatıyor. Yer probleminden dolayı yeni yapılan konutlar çok küçük oturma alanına sahip ancak çok fazla katlılar. Ana caddeler çok geniş, özellikle 2002 dünya kupasından sonra şehire oldukça çeki düzen vermişler. Çok iyi çalışan ve oldukça geniş ağa sahip metro sistemleri mevcut.Taksi ücretleri makul, ancak iki tip taksi var. Lüks olan 4.000 Won (3.5$), normal taksi 1.600 Won (1.4$) olarak taksimetre açıyor ve aralarındaki tek fark araçların konforu. Taksilerin üzerindeki "Free Interpreter" yazısına mutlaka dikkat edin, eğer yazmıyorsa gideceğiniz yeri anlatana kadar zorlanabilir, ya da kendinizi alakasız bir yerde bulabilirsiniz. Her ihtimale karşı kaldığınız otelin bir kartını cebinizde bulundurun.


Seul'ün tam ortasından Han Nehiri geçiyor ve şehiri ikiye ayırıyor. Bu yüzden şehirde oldukça fazla köprü var. Köprülerin hepsi 1950'li yıllardaki Kore savaşından sonra yapılmış. Çünkü savaş sırasında sağlam bir tane bile köprü kalmamış.
Seul'de gezerken kendinizi uzak doğuda hissetmiyorsunuz, çünkü yaşama Avrupa ve Amerikan tarzı ağırlığını koymuş. Bu durumu bir Koreliye sorduğumda bana biz onların yalnızca bize yarayacak kısımlarını alıyoruz , kendi kültürümüzü de sonuna kadar saklıyoruz diye açıklama yaptı. Gerçekten de özellikle misafirperverlikleri hiç Avrupa'lılara benzemiyor. Kendinizi Türkiye'de, kendi evinizde ağırlanıyor gibi hissediyorsunuz.

Seul'de alışveriş için herşeyi bulabilirsiniz. Ama kesinlikle ucuz olduğunu düşünmeyin. Türkiyedeki fiyatlardan daha ucuz bir şeyler bulmak oldukça zor. Şehirdeki en tanınmış alışveriş merkezleri Galleria,Hyundai,Lotte ve Shinsegae. Hepsinin şehir içinde birden fazla mağazası var. Bu mağazalarda yabancıların alışveriş yapabildiği Duty Free kısımları da var. Nispeten daha hesaplı. Yalnızca elektronik ürünler ile ilgileniyorsanız Yongsan Elektronik Market adında çok katlı bir alışveriş merkezi de mevcut. Fotograftaki cadde Itaewon alışveriş bölgesinde. Bu cadde üzerinde yüzlerce mağaza var. Batı usulü yemek yiyebileceğiniz fast food tarzı yerlerde bolca. Ayrıca caddeye çok yakında Seul Merkez Camisi de var.

SEUL TREN GARI mimari olarak Avrupadaki garları hatırlatıyor. Çevresinde aynı bizim Eminönündeki gibi mağazalara, müziği sonuna kadar açan dükkanlara, açıkta yiyecek satanlara, çarşı iznine çıkmış askerlere rastlamak mümkün. Garın önünde genelde hafta sonları işçilerin yaptığı eylemlere de rastlayabilirsiniz. Zamanımın olmamasından dolayı bu gösterilerden birinin yalnızca hazırlık aşamalarını fotograflayabildim. Yine de Kore usulü çalınan davullar ve hoparlörlerden yükselen parçalar başlamıştı. Polislerin taşıdığı coplar en az 1 metre boyutlarında ve bizdekilerden çok farklı. Hazırlıklarını gördüğüm gösterinin sonrası ne oldu meçhul, belki de uluslararası kanallara bile konu oldu, kimbilir ?

Çoğu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki gibi Korede de zenginlik ve fakirlik yanyana. Yandaki iki fotografı çektiğim yer arasında 50 metre bile yok. Bir tarafta büyük ve lüks binalar, diğer tarafta alt geçitte, evi olmadığı için soğukta uyuyan bir vatandaş. Nede olsa hem IMF hem de USA Güney Koreye uğramış. Yine aynı bölgede bir üst geçitte fakir bazı insanlara yemek dağıtıldığını ve ayinler okunduğuna da şahit oldum. Güney Kore'de baskın bir din yok. Kimi Budist, kimi Hıristiyan, kimi de Konfiçyusçü. Aileler din konusunda çocuklarına baskı kurmuyorlarmış. Çocuklar kendi kararlarını kendileri veriyorlar.




Seul'de geçen iki günlük sürede tüm şehiri gezmem imkansızdı. İç uçuşlar için kullanılan Gimpo Havaalanına giderken Dünya Kupası Stadına da uğradık. Çevresi son derece güzel. Korelilerin yürüyüş, spor yapabildikleri bir alan olarak düzenlenmiş. Seul'u tam olarak keşfetmek, alışveriş yerlerini tam tesbit edebilmek için en az bir haftaya ihtiyaç var. Şehirde önemli noktaları toplu halde görmeyi sağlayan iki ayrı hatta çalışan gezi otobüsleri de mevcut. Yolculuk 2 saat sürüyor ve istediğiniz durakta inebiliyorsunuz. Günlük ücreti 12.000 Won (11 $).Gimpo Havaalanından ülkedeki diğer havaalanlarına çok sık uçuş var. Ülke küçük olduğu için diğer uçtaki Gimhae Havaalanına uçmamız ancak 1 saatimizi aldı. Ülkenin güney doğusunda Japon Denizi'nin olduğu bölgeye gitmiştik. Bölgenin adı biraz uzun Gyeong Sang Nam Do. Bölgedeki Pusan, yaklaşık 5 milyon nüfusu ile ülkenin ikinci büyük şehiri. Biz konaklamak için havaalanına aynı uzaklıkta nispeten küçük olan MASAN şehrindeki Savoy oteli seçtik.


Masan deniz kıyısında orta ölçekli bir sanayi şehri. Uçakla üzerinden geçerken denizdeki düzenli olarak bölünen kısımlar ilgimi çekmişti. Sordum , deniz yosunu üretim alanlarıymış. Deniz yosunu üretimi ve balıkçılık Kore'nin kıyı kesimlerinde olduğu gibi Masan'da da gelişmiş durumda. İklim Seul'e göre daha ılıman ve kışları daha yumuşak geçiyor.Masan'da büyük firmaların üretim için kullandığı bir serbest ticaret alanı var. Bu bölgede üretilen ürünlerin hepsi Avrupa başta olmak üzere diğer ülkelere ihraç ediliyor. Fabrikalar şehrin ekonomisinin iyi olmasına sağlamış. Gece geç saatlerde şehiri gezerken telefon kulübesine not almak için bırakılan kalemin ve not defterinin hala yerinde duruyor olması bana ülkemizde karayollarından sökülen ve demiri için satılan trafik levhalarını hatırlattı nedense. Masan karayolu ve demiryolu ile Pusan'a bağlanmış durumda.



Güney Kore bir çok yönü ile Türkiye'ye benziyor ama kesinlikle farklı bir yönü var, o da yemekleri...Yemeklere alışabilmek için oldukça iyi bir mideye ve sabıra sahip olmanız gerekiyor. Geleneksel lokantalarında gruplar için özel odalar var. Girerken ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz. Yerde bağdaş kurarak oturuluyor. Alçak seviyedeki masanın tam ortasında yanan bir ocak var. Yemeği burada ısıtıp servis yapıyorsunuz. Denizden çıkan bizde hiç bulunmayan ya da zor bulunan bir çok mahlukat ana yemekleri. Tuz ve şeker sofrada hiç bulunmuyor, ama yemeklerde acı soslar bolca. Deniz ürünleri sofrada kaynayan tencereye atılıyor, piştikten sonra makas ile kesilip değişik soslara batırılıp yeniyor. Tabi suyu çorba niyetine tüketiliyor. Sofraya dolu meze tabakları geliyor.Ahtopot bacaklarının kesildikten sonra bile uzun süre canlılığını yitirmemesi çok ilginç. Dikkatsiz yerseniz ağzınıza vantuzları ile yapışabiliyorlar. Çiğ balık ve çiğ deniz ürünleri en favori yiyeceklerden. Eğer balık pişiriliyorsa içi temizlenmiyor. Balıklar okyanus balığı olduğu için bizim denizlerimizdeki balıklar ile alakası yok. Pilav lapa gibi, metal bir kapta geliyor ve yağı tuzu yok. Soya yağı artık ülkenin ana kokusu olmuş, kanalizasyonlar bile soya kokusuna bürünmüş. Sokakta, açıkta satılan deniz ürünlerinin kurutulmuşları da oldukça popüler. "Mantu" diye bizim mantıya çok benzeyen bir yemekleri de var.Fotograflarda yediklerimin bir kısmını görüntüledim, oldukça güzel görünüyorlar. Çok fazla deniz ürünü ve acılı sebzeler tüketmeme rağmen kendimi midesel olarak oldukça iyi hissetmem, yemeklerin oldukça sağlıklı ve usülüne göre yapıldıklarının en güzel kanıtıydı.


PUSAN yakın tarihimizde önemi olan bir şehir. Kore savaşında şehit olan askerlerimizden 462 tanesi burada yatıyor. Pusan'da ilk ziyaret ettiğim yer şehitlikti. Şehitlik son derece bakımlı ve her zaman korunan çim zemin ve Kaizuka cinsi çam ağaçlarıyla kaplı. Toplam 11 ülkeden 2.300 asker bu şehitlikte yatıyor. İngilizlerden (885) sonra en fazla mezar sayısı bizim askerlerimize ait. Şehitliğin girişinde oldukça gösterişli bir kapı var. Ayrıca çıkarken düşüncelerinizi yazabileceğiniz bir ziyaretçi defteri de mevcut. Bu fırsatı kullanıp deftere kendi adımı da yazdım. Geriye doğru kontrol ettiğimde tek tük Türk ziyaretçilerin olduğunu da gördüm. Şehitliğin müze kısmında Türk askerleri ile ilgili bir çok fotograf, Türkiyeden gelen değişik şiltler, mezarların başında "Pusan'da Yatıyorum" adlı şiir, Türkiyeden gelen bayrak ve bir avuç memleket toprağı insanı ister istemez duygulandırıyor. Yağmurun altında Türk bayrağı ve toprağının olduğu cam kutunun üzerini temizlemekte bana düştü. İnsan düşünüyor 9.000 K.M. uzağa gelip ne için savaşmış bizim askerlerimiz? Nato'ya katılmanın bedelini Kore savaşında yaşamını yitiren yaklaşık 751 şehidimiz ve 175 kayıp askerimiz vermiş.




Pusan, Korelilerin değişiyle Busan oldukça güzel ve çeşitliliğin bol olduğu bir metropol. Hem güzel plajları, hem tepelik alanları, hem de Kore'nin en büyük balık pazarına sahip. Balık pazarında denizlerinden çıkan her tür canlıyı taze olarak bulmanız mümkün. Genelde satışı yapanlar bayanlar. Zaten Kore'de küçük dükkanların çoğunu bayanlar işletiyor. Küçük dükkanlar özellikle şehir merkezlerinde aynı Türkiyedeki gibi çok fazla.Pusan'ın simgelerinden biri de geceleri ışıl ışıl olan Gwangahn köprüsü. Bizim Boğaz köprüsünü andırıyor ama çok daha küçüğü. Şehiri yukarıdan görebileceğiniz teleferikte var. Pasifik Okyanusu kıyısındaki Taejongdae adlı turistik bölgeden açık havada Japon adalarını çıplak gözle görmek mümkün. Daha rahat izleyebilmek için çeşitli dürbünler de belli ücret karşılığı kullanılabiliyor. Ben oradaki kafeteryada ballı ginseng içerek Pasifik Okyanusunu izledim. Uçsuz bucaksız görüntü içinde fotografı daha gizemli yapacak küçücük bir adacıkta mevcut.

Pusan ile Masan ülkenin en büyük ikinci havaalanı Gimhae'yi ortak kullanıyorlar. Bu havaalanından özellikle uzak doğu olmak üzere bazı yabancı merkezlere de uçuş var. Ayrıca Pusan'dan feribot ile Japonya'nın bazı şehirlerine düzenli seferler düzenleniyor.Güney Kore , Türk vatandaşlarının belki de en kolay girdiği ülkelerden. Giriş işlemleri çok kısa sürüyor, ancak ülkeden çıkarken 12.000 Won (10 $) vergi alıyorlar. Nakit Kore Won'u kalmadıysa kredi kartı ile de ödeme yapabiliyorsunuz. Kore seyahati sonunda, Gimhae havaalanından yaklaşık 4 saatlik uçuş ile Hong Kong'a geçtim...

Hong Kong

Yetmişli, seksenli yıllarda iki film birden oynatılan sinemalarda bu filmlerden biri mutlaka karete filmi olurdu. Baş aktör hep efsanevi Bruce Lee idi. Hong Kong olayların geçtiği ana mekandı. Filmdeki yüksek binaları gördüğümde kesinlikle Hong Kong'u doğunun New York'u diye kafama yerleştirmiştim. O zamanda görmeyi hayal ediyordum ama imkansızdı. Çünkü çok uzaktı, gitmesi maliyetliydi ve ben daha öğrenciydim...Yıllar sonra şirketim sayesinde Hong Kong'a giderek gezme hayallerimden birini daha gerçekleştirdim. Gerçi geçen zaman içinde Hong Kong Avrupalıların olduğu gibi Türklerinde sık gittiği yerlerden biri olmuştu. Dünya artık eskisinden daha ufaktı...

Hongkong Fotografları

19. yüzyılda İngilizler yayılmacı politikaları içine Çin kıyılarını da almışlardı. Çin ile ekonomik sebepler yüzünden savaşlar yaptılar. Savaşların sonunda Çin ile yapılan anlaşmalar Hong Kong'un yönetimini 99 seneliğine İngilizlere vermişti. Bu süre 1 Temmuz 1997 tarihinde doldu ve Hong Kong artık Çin'e bağlı özel bir yönetim bölgesi oldu. 5000 senelik Çin kültürü ile 100 senelik sömürgeci İngilizlerin kültürü birleştiğinde Hong Kong ortaya çıkmıştı...
Hong Kong ana kara kısmı (Kowloon, New Territories) ile birlikte yaklaşık 260 adadan oluşuyor. Bu adaların hepsinde yaşam yok. Tabi en önemlisi bölgeye de adını veren Hong Kong adası. Tüm bölgenin yaklaşık nüfusu 6.8 milyon ve 1.100 Km2 alana yayılmış durumda.

Devir gerçekleşmeden önce kullanılan ve uçakların gökdelenler arasından riskli inişler yaptığı eski havaalanı yerini çok modern, bir ada üzerine kurulmuş Hong Kong uluslararası havaalanına bırakmış. Hong Kong'da ayak bastığım ilk yer doğal olarak bu havaalanı.Havaalanı çok büyük, bazen kendinizi havaalanı içinde kaybolmuş hissedebiliyorsunuz. Uçağa bineceğiniz parkura yer altından tren sistemi ile ulaşıyorsunuz. Uçak trafiğinin çok fazla olması giriş çıkış işlemlerinde kuyrukların oluşmasına sebep oluyor.Havaalanından merkeze giderken "Tsing Ma" köprüsünden geçmek zorundasınız. Bu köprü yapım tekniği olarak bizim boğaz köprülerini çok andırıyor (1.377m). Yol üzerinde insanların yaşadıkları devasa konutları gördüğünüzde yavaş yavaş Hong Kong adasındaki dev göktelenlere hazırlanmaya başlıyorsunuz. Konutlarda yangın çıkarsa her kata yayılmasın diye bir katın boş olarak bırakılması bile düşünülmüş. Uzaktan bu oturulamayan ara katları seçebiliyorsunuz.


Hong Kong adası genellikle iş merkezlerini barındırıyor ve fotograflarda simge olarak görülen gökdelenler hep burada. Kowloon ise ana kara tarafında kalan, alışverişin ve hayatın daha canlı olduğu bölge. Ama o kadar kalabalık ki gezebilmek için oldukça mücadele ediyorsunuz. Özellikle benim gittiğim zamanlarda altyapı yenilemesi ile ilgili çalışmalar gezmeyi daha da zorlaştırıyordu.Bu bölgenin en önemli caddesi Nathan Road. Üzerinde adımbaşı alışveriş mağazaları ve yemek yiyebileceğiniz yerler var. Sağlı sollu bağlanan tüm sokaklar cıvıl cıvıl ve aynı özellikleri gösteriyor.İnanılmaz kalabalığa rağmen trafik sıkışmıyor. Halbuki hem insan olarak hem de vasıta olarak bu bölge dünyanın en yoğun alanı. Çift katlı otobüsler, metro ve taksiler gitmeniz gereken yere sizi kolaylıkla ulaştırıyor. Ben acelem olmadıkça hep yürümeyi tercih ettim. Çünkü Kowloon'da mağazalar arasında yürümek hakikaten büyük bir zevk. Her türlü mağaza ve alışveriş merkezleri var. Ayrıca bu mağazalar geç saatlere kadar açık. Gece geç saatlerden sonra da yine yürüme mesafesinde bir çok değişik pazarlar kuruluyor. Kısacası Hong Kong alışveriş cenneti...


Kowloon alışverişin cenneti, ne ararsanız her saat bulabiliyorsunuz. Ama artık senelerin yorgunluğu Kowloon'daki yüksek katlı binaların ömürlerini doldurmasına sebep olmuş.Hongkong adasındaki modern gökdelenlerin yerine burada eskimiş, dış yüzeyleri bakımsız, sanki yıkılacakmış gibi duran binalara oldukça sık rastlıyorsunuz. İnsan alışveriş için aralarında gezerken acaba başıma bir şey düşer mi diye düşünmüyor.Her gece kurulan ve türlü türlü ürünü bulabileceğiniz Temple Street üzerindeki pazar en bilinen gece pazarı. Özellikle ucuz elektronik ürünler, taklit saatler, giysiler ve süs eşyaları çok çeşitli. Pazarlık yapıldığında ürününe göre 10 kat fiyat indirebiliyorsunuz. Yine geç saatlere kadar açık olan eczanelerde her derde deva , Türkiyede hiç görmediğiniz bir sürü değişik ilaçlar var. Bazılarında raflar hastalık konularına göre düzenlenmiş ve yalnızca grip ile ilgili belki 100 ilaç alternatifi bulabiliyorsunuz.

Kowloon'un en güzel yeri Hong Kong adasını tamamen izleyebildiğiniz sahil kesimi. Bu civarda Kültür Merkezi, Sanat Müzesi ve Uzay Müzesi var. Ayrıca yine simgelerden Saat Kulesi de bu bölgede.Özellikle gün batımında bu bölgede hareketlilik başlıyor. Fotografçılar en güzel manzarayı yakalayıp, müşteri kapabilmek için yarışıyorlar. Oldukça makul fiyatlara çok kaliteli fotografınızı çektirmeniz mümkün. Yeni evleneceklerinde hatıra olarak seçtikleri ana manzara Hong Kong adası..Saatlerce buradan karşıyı izleseniz yine de sıkılmazsınız.Bu arada Hong Kong'un ikliminin kışın bile sıcak , yazın ise bunaltıcı olduğunu hatırlatayım. Kasım ayında ben kısa kollu ile bunalıyordum. İnsanlar uzun kolluları giymeye başlamışlardı bile...


Kowloon ile Hong Kong arasındaki deniz altı geçişlerini bir tarafa bırakıp Star Ferry ile karşıya geçmesi en zevkli ulaşım. Star Ferry'ler 1888 den beri kullanılıyormuş. Kendinizi sanki bir süreliğine Boğaz vapurunda hissediyorsunuz. Star Ferry'ler bizim vapurlarımızdan daha küçükler, yakındaki diğer adalara da çalışıyorlar. İskeleleri ise bizimkileri anımsatıyor. Kısa süren Tsim Sha Tsui den Hong Kong'a yolculuk hem çevreyi görmenizi sağlıyor hem de temiz hava alıyorsunuz.Kowloon tarafından baktığınızda soldaki fotografta da görüldüğü gibi 2003 yılında tamamlanan 415 metrelik dev gökdelen Uluslararası Finans Merkezi hemen göze çarpıyor. Klasik Hong Kong gökdelenlerine göre oldukça uzun. Bu dev gökdelenin arkasında sol tarafta kalan The Peak Hong Kong'u ve çevresini yukarıdan görebileceğiniz en güzel yer. Belki de bu kadar güzel bir manzara dünyanın hiç bir yerinde yok.

Star Ferry'den inince artık Hong Kong adasına ayak basmış oluyorsunuz. İskeleden çıkar çıkmaz eskiden kullanılan ulaşım aracı çek çek (rickshaws) ve yaşlı sürücüsü orada bekliyor. Ama artık bu araç bir sembol olmuş, yalnızca önünde fotograf çekmeye yarıyor. Zaten çevredeki taksilerin arasında kaybolup gitmiş...Aralara hava almak için yapılan küçük parklar olsa bile kendinizi gökdelenlerin yoğun olduğu alanda küçücük hissediyorsunuz. İster istemez kafanızı yukarı doğru çevirip , vay anasını diyorsunuz. Sonra genetiğimizde olan karşılaştırma huyu ile hemen Türkiye'deki gökdelenler ile mukayese etmeye başlıyorsunuz. Ama durum en azından şu an için hiç tatminkar değil. Maslak'ta daha çok çalışmamız lazım!




Hong Kong'luların kafayı fazla taktıkları konulardan biri de At Yarışları. Happy Valley Races denen bu yarışlar gece geç saatlerde de yapılıyor. 55.000 kapasiteli hipodromun biletleri günler öncesinden satılmış olabiliyor.Hong Kong'da nikah dairesinin önünde devamlı hareketlilik var. Orada bulunduğum 10-15 dakika içinde belki 10 tane düğün oldu. Bir tanesini fotografladım. İşin kötü yanı kız tarafıyız desemde, erkek tarafıyım desemde kimseyi inandıramazdım...

Aslında Hong Kong bu kadar kısa bir yazı ile anlatılabilecek bir yer değil. Her metrekaresinden bir hikaye yazılabilir. Çevresindeki adalar, tarihi ve dinsel yerleri, Okyanus parkları, kumsalları, yürüyüş parkurları, doğal güzellikleri ile yaşanması gereken bir yer. Dünyada küçük bir yer olmasına rağmen kazandığı ünü sonuna kadar hak ediyor..

(2003)

Çin Gezisi

Çin dünyanın en kalabalık ülkesi olduğu gibi toprak genişliği ile de Doğu Asya'nın büyük bir alanını kaplıyor. Yaklaşık 1.2 milyar nüfusu ve 9.5 milyon kilometrekare toprağı var. Yerleşimin çok yoğun olduğu alanlar doğu ve güney kıyıları.

Çin Fotografları

Benim ziyaret ettiğim Güney Çin Denizi kıyısındaki Guangdong bölgesi Çin üzerinde az bir alanı kaplasa da, Çin hakkında genel fikir sahibi olmama yardımcı oldu. Küçük alan diyorum ama bu bölgenin nüfusu bile 80 milyon kişi... Seyahat öncesi en çok zorlandığım konu biraz şanssızlık, biraz da dikkatsizlik yüzünden vize alımıydı. Vize alabilmek için mutlaka ziyaret edilecek yerin belediyesi tarafından onaylanmış davet mektubunun aslı gerekli. İstanbuldaki Çin Konsolosluğu haftanın belli günleri çalışıyor. Vize alacağım günlerde araya giren 1 haftalık resmi tatilleri işi iyice uzattı. Ancak benim şanssızlığıma bakıp vize alım işlemini kafada çok büyütmemek lazım. Belgeleriniz tam olarak konsolosluğa başvurduysanız, vizeyi aynı gün içinde bile alabiliyorsunuz. Uçaklar genelde dolu olduğu için 1-2 ay önceden yer ayırtmakta fayda var.Seyahat planımda önce Güney Kore olduğu için Çin gezisi yaklaşık 4 saatlik Pusan - Hong Kong uçuşu ile başlamış oldu. Çin vize istiyor ancak Hong Kong özel idaresi Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Çin topraklarına Hong Kong üzerinden girebilmeniz için pasaportunuz ile Hong Kong'a giriş çıkış yapmanız gerekiyor. Herhangi bir vergi veya ücret almıyorlar. Para birimi olarak Hong Kong kendi para birimi olan Hong Kong dolarını, Çin ise Yuan kullanıyor. Değerleri birbirine oldukça yakın.

Çin'de kaldığım otel Hui Mei, ülkenin güneyindeki Dongguan şehrinin banliyosu Changping Town'da. Buraya Hong Kong'dan yaklaşık 1.5 saatlik hızlı tren yolculuğu ile ulaşabiliyorsunuz. Trenlerin konforu rahat bir yolculuk yapmak için yeterli. Havalar genelde bu bölgede sıcak olduğu için vagonlarda klima çalışıyor. Kısa süren yolculuğa rağmen sanki dünya değiştiriyorsunuz. Çin'de senelerdir baskın olan kominist rejim ile Hong Kong'un 1997 yılına kadar İngiliz yönetimi altında kalarak farklı bir misyon üstlenmesi, iki bölge arasında yaşam standartlarında ciddi farklılıklara sebep olmuş.Vize kontrolü Dongguan tren istasyonunda yapıldı. Zorlukla aldığım vizeye görevli polis memuru şöyle bir bakıp hemen mühürü vurdu.Otel odaları genellikle çok geniş ve her türlü konfora sahip. Maliyeti çok ucuz olduğu için diş fırçası, diş macunu, terlik, traş takımı gibi ürünler otel odasında hergün değiştiriliyor. Ayrıca konaklama fiyatları Avrupaya göre çok ucuz.




Dongguan şehri, Güney Çin Denizi'nin, Pearl Nehiri deltasında iki büyük ticari limana (Hong Kong ve Macao) çok yakın konumda. Bu yüzden Çin'in dışa açılan önemli kapılarından biri. Kuzeyinde hemen kapı komşusu sayılabilecek, Çin'in en önemli ve tarihi kentlerinden Guangzhou (Canton) bulunuyor. Guangzhou aynı zamanda Guangdong eyaletinin başkenti ve Türk iş adamları tarafından yılda iki kez düzenlenen ithal malları fuarı yüzünden oldukça iyi tanınıyor.Benim kaldığım Changping, ticari ve ekonomik bölgenin ortasında olmasına rağmen hala kendilerinden olmayanlara farklı gözle bakılan enteresan bir yer. Otele yerleştikten sonra kendi başıma çıkıp tur atmayı planlamıştım ama otelin kapısından ayağımı dışarı attığımda sanki insan seli üzerime yağmaya başladı. Bu duruma önce alışamamıştım ama sonra rahatsız olmamaya başladım.

Motosikletli taksiler sizi gördüğü anda karınca gibi başınıza üşüşüyor. Tam motosikletlilerden kurtuluyorum derken sanki yük taşıtacakmışım gibi gelen kamyonetler, otomobil taksiler ve ne istediklerini anlayamadığım devamlı sizinle Çince konuşan insanlarda cabası. Motosikletli taksiler ucuz olduğu için Çinliler tarafından tercih ediliyor. Mini etekli bir kızın bu motosikletlerin arkasına binip işine gitmesi oldukça sıradan.Gece çok geç saatlere kadar (2-3 gibi) şehirdeki kalabalık devam ediyor. Ama bu hareketlilik yalnızca ana caddelerde. Otelin penceresinden diğer taraflara baktığımda zifiri karanlık dikkatimi çekti. Meğerse bazı bölgelerde eskiden bizde olduğu gibi elektrik kesintisi uygulanıyormuş. Evde karanlıkta oturmak istemeyen herkes kendini sokağa atıyor.


Sokaklardaki kalabalık doğal olarak büyük bir pazarın oluşmasını da sağlamış. Aradığınızdan da fazlasını çevrede çok ucuza bulabiliyorsunuz. Aldığınız ürünün kalitesini anlamak için çok fazla beklemeniz gerekmeyebilir. Kendi kendine bozulması yada kırılması olağan. Özellikle porselen, tekstil, çanta, saat tarzı ürünler çok ucuz ama çok kalitesizde olabiliyor. Ben genelde çok ucuza DVD,CD almayı tercih ettim ve pişman olmadım. Özellikle müzik DVD'leri dil sorunu olmadığı için çok ideal. Fiyatları maksimum 2$ civarında. Aynı anda mağazada ses ve görüntüsünü izleyebiliyorsunuz.Sağlık için çok yararlı olan yeşil çay alınabileceklerden. Kendine has satış yerlerinde test için içip, beğendiğinizi paketletebiliyorsunuz. Satılan binlerce çeşit arasında en çok ilgimi çeken işportaya kadar düşmüş kesik bir kaplan koluydu. Zaten soyu tükenmekte olan kaplanın kolunun işportaya düşmesi çok acı geldi bana.

Çalışkan ve genç nüfus Çin'in yakın gelecekte daha güçlü bir ülke olacağının kesin kanıtı. Ucuz üretim şimdiden Çin mallarının dünyada çok büyük bir pazarı ele geçirmesini sağladı. Yasa ile Çinlilerin tek çocuk sahibi olmaları isteniyorsa da , kontrol mekanizması iyi işlemediği için rahatlıkla bu yasa deliniyor.Genel olarak Çinliler 30 yaşın altında evlenmiyorlar. Yaşlarını da fazla göstermiyorlar. Kolay kolay kilolu olanlarına da rastlanmıyor. Fotograftaki gibi yaşlıları sabah sporlarını aksatmıyor.İş sonrası yorgunluk atmak için ayak masajı yaptırmak çok yaygın. Çoğu otelde ve caddelerdeki bazı dükkanlarda ayak masajı yaptırabiliyorsunuz. Ayaktan sağlık tespiti de yapabiliyor Çinliler. Medikal anlamda çok gelişmişler. Eczaneler ilaçtan çok yüzlerce değişik doğal maddeler ile dolu. Zaten ilaçları da genel olarak doğal maddelerden yapılmış.

Dongguan ile Hong Kong arasındaki en önemli şehir Shenzhen. Shenzhen yirmi yıl öncesine kadar küçük bir köymüş. Hatta çoğu haritada hala ismi bile geçmiyor. Şu anda artık Hong Kong'a alternatif büyük bir metropol. Caddeler üzerine sıralanmış dev gibi gökdelenler, alışveriş merkezleri, dünya ve Çindeki yapıtların minyatürlerinin sergilendiği "Window of The World - Splendid China" ile tam bir şehir olmuş. Bu hızla giderse dünyanın en büyük şehirlerinden birisi olacağı kesin.Metronun ve bir çok gökdelenin inşaatı tüm hızıyla sürüyor. Hong Kong'a göre daha ucuz olduğu için yabancı yatırımcılar için çok cazip bir bölge. Hong Kong ile çok yakın komşu olmasına rağmen Shenzhen'e gidebilmek için mutlaka Çin vizesi gerekiyor. Aynı zamanda Shenzhen'e diğer şehirlerden Çinlilerin gelmesi de kontrol altında ve şehirin giriş çıkışları denetleniyor.




Shenzhen'de yapılmış gökdelenler arasında en yükseği fotograftaki Diwang Comm.Building. Birleşik iki kuleden oluşuyor. Tam 384 metre. Yakın bir gelecekte daha yükseklerinin de yapılacağı kesin. Bu binanın en üst katındaki "Meridian View Center" hem Shenzhen'i hem de çevresini görebileceğiniz en yüksek nokta.Açıkça söylemek gerekirse Shenzhen beni Hong Kong'dan çok daha fazla hayrete düşürdü. Hong Kong gibi dar alana sıkışmış değil, gökdelenler geniş caddelerin çevresine çok daha rahat dağılmış. Alan genişliğine rağmen trafik burada da çok büyük problem. Yapımı süren metro ileride bu problemi de çözecek.

Shenzhen sokakları hareketli. Özellikle merkezindeki çarşı ve civarı Avrupa şehirlerini aratmıyor. En büyük fark çarşıyı oluşturan sokaklar genellikle gökdelenler ve inşaatlar arasında kalıyor. Zaten kafanızı nereye çevirseniz inşaat halinde bir gökdelen görüyorsunuz.Çarşıda çoğu ürün yanıbaşındaki Hong Kong'a göre ucuz. Her türlü ürünü bulabiliyorsunuz. Pazarlık her yerde geçerli. En güzel mağazalarda bile hesap makinesi yardımı ile pazarlık yapabilirsiniz. Bazen yarı fiyatının altına bile inebiliyorlar.Yabancı fast food restoranları da bu civarda mevcut. Shenzhen Çin'in modern yüzünü tamamen gösteriyor. Changping' deki gibi yabancılara yiyecek gibi bakmıyor buradaki insanlar. Artık alışmışlar Çinli olmayanlara.



Bu kadar gelişmişliğe rağmen Shenzhen ile Changping arasındaki karayolu berbattı. Çinliler trafikte çok fazla korna çalıyorlar ve kurallara aynı bizim gibi fazla uymuyorlar. Ama dediklerine göre fazla kaza olmuyormuş. Hayret! Demiryolu daha fazla tercih ediliyor ve çok sık sefer var. Ayrıca daha güvenli ve hızlı.Çinden ayrılırken yine Changping'den hızlı trene binerek Hong Kong'a geldim. Çin diğer gittiğim ülkelere benzemiyordu. Hareketliliği, insanların yaşama sevinçleri, çalışkanlıkları ile beni oldukça etkiledi. Allahtan çok gezip , fotograflar çekmeme rağmen kötü bir olayla karşılaşmadım. Gelecekte mutlaka tekrar başka bölgelerine de gitmek istiyorum. Çin hakkında fazla fikri olmayanlara ve gidebilecekleri halde gitmeyenlere şu şekilde sesleniyorum. Gez dünyayı gör China'yı...

(2003)